Milli takıma sevgilerle...

Futbolda da -diğer spor dallarında olduğu gibi- önemli olanın iyi oynamak değil kazanmak olduğunu biliyoruz elbette. Avrupa Futbol Şampiyonası elemelerinde ve turnuvada en ilginç maçları oynadığımızı iddia edebiliriz, ama yarı-finale çıkmamızı çok iyi oynamamıza borçlu olduğumuzu söyleyemeyiz. Almanya karşısında tattığımız 3-2'lik yenilgi de aynı kuralı ispatlıyor zaten: Almanlar karşısında ezilmedik, maçın bütününde iyi oynayan bizdik, ama yenilen biz olduk.

"Galip sayılır bu yolda mağlup" sözünü atalarımız boşuna söylememiş...

Yaklaşık bir aydır futbolla yatıp futbolla kalkıyor Türkiye. Milli sporumuzun güreşten futbola kayması hayli zaman önce gerçekleşti. Güreş bireysel ve bize yakışan bir spor; futbolu da bireysel oynandığı ve takımların değil tek tek futbolcuların önemli olduğu döneminde benimsedik zaten. Şu yakınlarda hayli zorlandıysak, bunun sebebi, futbolun bireysel üstünlüğün fazla anlam taşımadığı bir takım oyununa dönüşmesi yüzündendir.

'Takım olmak', varlığını bir başka bütün içinde ifade etmek, daha öte bir değere kendini adamak demek; bizde hemen hiçbir alanda bunu beceren pek yok. Baba-oğul veya kardeşler arasındaki ticari ortaklıkların bile uzun süreli olamadığı bir kültürden geliyoruz çünkü.

Bu özelliğimizi değişmez saymaya başlamamıza ramak kalmıştı ki, Seul-Tokyo'da yapılan dünya kupasında üçüncülüğü elde etti milli takımımız... Avrupa Şampiyonası elemelerinde grubundan çıkmayı başardı; finali oynama başarısını kıl payı kaçırdık. Bireyselliği aşmasını bilen, varlığını bir bütün içinde ifade edebilen ve en önemlisi daha öte bir değere kendini adamaya hazır gençlerimiz olduğunu bu vesileyle öğrendik.

Belki onlar da kendilerinin bir takım oyunu oynayabileceğini bu turnuvada fark etti; her maçta bir başka özelliklerini keşfederek: Portekiz maçı 'takım oyunu' oynamazsak ve sonuna kadar asılmazsak yenileceğimizi öğretti... İsviçre maçında takım oyunuyla sonuç alabileceğimizi, Çek maçında disiplinin son dakikaya kadar sürdürülmesinin önemini, Hırvat maçında moralin penaltılara kadar taşınması gerektiğini... Almanya ile oynadığı yarı-final maçında, milli takımımız, bu turnuva boyunca öğrendiklerini bütünüyle uyguladı.

İzleyen ve futbolla ilgilenenleri hayran bırakan oyunumuz bu öğrenme sürecinin eseridir işte.

Futbola ters bakan, hatta gösterilen ilgiye öfkelenenler de vardır mutlaka; her toplumda ve her eğilimden insan arasında öyleleri vardır. Bazı toplumlarda 'futbol' gerçekten geniş yığınları meşgul etmenin bir aracı olarak başarıyla kullanılıyor. Oysa bu şampiyona sayesinde, bizim insanımız, futbolun ötesinde bir gerçekliği yaşadı: Kendine, takım arkadaşına, takımına, azmine ve çalışmasına güveni arttı. "Bu işi başaracağız" hissini hepimize yeniden kazandırdı 11 kişinin bizim adımıza Avrupa sahalarında top koşturması...

Futbolun dili ile sosyal hayatın ve siyasetin dilleri birbirinden apayrıdır; bu önkabulü Türkiye'de yıkan bir etkisi olduysa Avrupa Şampiyonası'nın, bir aylığına televizyonda futbola aboneliğimizin hayrını göreceğiz demektir. Askeri ile sivili, bir partiye mensup politikacısıyla diğeri, olup-bitenlerin pasif izleyicisi kuşkucular, hepsi, hepimiz, şunu fark etmişizdir herhalde: Rakiplerinden boyca ve yaşça küçük de olsalar, Arda, Semih, Tuncay, Uğur ve diğerleri, kırmızı-beyaz (bazen turkuaz) renklere büründüklerinde devleştiler; penaltılar atılırken, o ortasında durduğunda kale küçüldü, Rüştü büyüdü...

Bunları fark ettiyseniz, benzer bir davranış tarzı sergilediğimizde bütün Türkiye'nin yeniden dünyanın gözünde takdirle karşılanacak bir konuma yükseleceğini de düşünüyor olmalısınız. Milli Takım ruhu ve takım oyunuyla, birbirimize dayanıp güven duyarak bugünün karmaşık dünyasında "Biz de varız" demenin zevkini elde edebiliriz. Başarılar bizi bekliyor.

Kazanmanın hakkımız olduğunu Almanlar karşısında çıkardığımız oyunda gördük; futbol bu, iyi oynayan değil, topu kaleye yuvarlayan kazandı. Kuralları daha rasyonel başka takım oyunlarında biz daha rahat kazanabiliriz.

Kazanmalıyız da.

Önceki ve Sonraki Yazılar