Regaib ALBAYRAK

Regaib ALBAYRAK

KEFARET (1)

Hasta yatağından yavaşça doğruldu. Pencereye uzanıp perdeyi yavaşça araladı. Gökyüzene derin bir of çekerek baktı, baktı, baktı... Bu ağrılar ne zaman dinecekti? İnsanı çıldırtmaya yetebilecek derecedeki bu ağrılar? Bu, günlük güneşlik havada dışarıda dolaşamamak, masmavi gök yüzünün altında güneşin tadını doyasıya yaşayamamak, bu acıların üzerine katlanarak ekleniyordu. Şu lanet olası değneklerden de bıkmıştı artık. Ne onlar öyle, her gittiği yerde hemen yanı başındalar. Pes doğrusu, hiç utanmaları, sıkılmalarıda yok!.. Muhteşem bir bahar günü, hiçbir destek olmadan özgürce çıkıp güneşin altında, ötüşen kuşların eşliğinde, çiçeklerin arasında dolaşmak.
   Ah... Yıllardır özlemini çektiği bu an asla gelmeyecek, gelmemekle birlikte yaşanamayacaktıda. Neden? Her insan gibi neden bende rahatça yürüyüp dolaşamıyorum? Bu ağrılar, bu koltuk değnekleri, peşimden bir lahza olsun ayrılmayacak mı? Sorular, sorular aklının her bir zerresine mıh gibi çakılı bu sorular onu hergün biraz daha hayattan soğutuyor, artık tamamiyle başkalaşmış bir insan halini alıyordu. Yine böyle güzel bir günde penceresinde dışarıyı seyre dalmıştı. Çocuklar etrafta koşuştururken sesten ve stresten sinirleri iyice gerilen Muhsin Bey burnundan soluyordu. Yakınlarına bir gelse şu haylazlar gösterecek onlara dünyanın kaç bucak olduğunu ama sadece gürültüleri geliyor.
   Günler, haftalar, aylar geçiyor Muhsin Bey eski sağlığına bir türlü kavuşamıyordu. Artık eskisi gibi ilahi bir kudretten yardımda dilemiyor, herşeyin yalan olduğuna kanaat getirmeye başlıyordu. Ağrılar, ağrılar, ağrılar... Bu ağrılardı o hayat dolu, neşe dolu Muhsin Bey'i hayata, insanlara ve hatta Yaratıcısına küstüren, daha doğrusu bütün bunlara inancını yitirten. Ama insan böyle zamanlarda daha çok sarılmamalı mı bütün bunlara? Kendisini hayata bağlayan bütün bu şeylere bir çizik mi atmalı? Bu onu daha çok kötü duruma düşürmez mi? Öyle oldu. Muhsin Bey'de gün geçtikçe daha kötüye gidiyor, ağrıları ve üzüntüsü kat kat artıyordu. Artık tamamiyle Tanrı'yı unutan Muhsin Bey sığınacak kutsal bir varlığıda olmadığı için tam anlamıyla bir boşluğa düşmüştü. İnsanlar, çocuklar, kuşlar, çiçekler, tüm bu kainat artık bir hiçti onun gözünde. Yaşayamadıktan sonra ne anlamı vardı ki bütün bunların zaten? Ağrıları daha da çok artıyor fakat hiçbir ilaç çare olmuyordu. Sığınacak kutsal bir varlığıda yoktu artık. Eskiden ağrılarını bir lahzada olsa dindiren o duaları, o yakarışları artık yoktu. Artık bir ruhtan farkı kalmamıştı. Canlı bir cenaze gibiydi evinde. Zaten yalnız yaşıyordu, fakat önceden yine geleni gideni oluyordu, şimdilerde onlarda kesilmişti. Artık bir o, bir ağrıları, birde inanmadığı o Yaratıcısı kalmışlardı... Ömrünün en güzel yılları bu küskünlük ile heba olup gitmişti. Muhsin Bey'in yaşı otuz beşe merdiven dayamıştı.
    Tam on yıl, dile kolay tam on yıl bu acılar ile geçip gitmişti. Ardında iki tane koltuk değneği ve inançsız bir adam bırakarak. Saçları bu yaşta ağarmaya başlamış, gözlerinin altında torbalar iyiden iyiye belirmiş, yüzünde kırışıklıklar meydana gelmişti. Evet oda artık yaşlandığının farkındaydı, hemde bu genç yaşta, bunun farkındaydı ve hala hastaydı, hala inanmıyordu. Tanrı onun için çocukluk yıllarında dedesinden öğrendiği kadarıyla kalmıştı. O yaşta bir genç ne günah işleyipte onca yıl koltuk değnekleri ve ağrılarla dolaşırdı ki? Akşam olmuş, güneş tepelerin ardından şehri selamlayarak uzaklaşıyordu. Arabalar, insanlar, caddeler... Kim bilir nasıldırlar şimdi? Bu hastalığa tutulduğundan beri hayata küsen Muhsin Bey dışarıda adım atmaz olmuştu. Saat 9.30'u çoktan geçmişti. Muhsin Bey mırın kırın ede ede yatağına doğru zorla gitti. Yatağına uzandı. Saatlerce gözleri tavanda eski günleri anımsadı.
    Bir an dedesini ve dedesiyle beraber oturup ettikleri o hoş sohbetleri geldi aklına. Yüzü gülümser gibi oldu. ''Dedem ne kadar da müthiş bir insandı, onu çok özlüyorum...'' diye iç geçirdi. Bir an dedesiyle birlikte ettikleri o sohbetlerden birisi geldi aklına.
-Dede. Allah kullarını çok mu sever?
-Tabi ya. Hemde çok sever. Düşünki bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkat ve merhamet Allah'ın kullarına gösterdiğinin yanında denizde bir kum tanesi gibi kalır.
-Ooo. O halde Allah bizleri çok seviyor olmalı. Çünkü anneme sorduğumda seni kendi canımdan daha çok seviyorum demişti.
-Bak gördün mü? O sevgiyi ve merhameti annenin kalbine veren Allah. Kim bilir anneye bu kadar merhamet verende onun kaç katı merhamet vardır, var sen düşün orasını.
-Peki dede. Allah üst kat komşumuz Ali amcayı sevmiyor mu?
-Elbette seviyordur evladım. Ancak derecesini biz bilemeyiz. Buda nereden çıktı şimdi?
-Ali amcada seninle hergün namaza taa neredeki camiiye geliyor o kadar hasta olmasına rağmen. Allah onu çok seviyordur heralde?
-Tabi ya. Allah kullarını hiç sevmez mi?
-Peki madem seviyor, neden Ali amca o kadar zamandır o kötü hastalığı çekiyor?
-Bak evladım. Allah sevdiği kullarına bu dünyada ahirette bir çekirdek kadar kalacak musibetlerden verirmişki günahlarına kefaret olsun. Hesap günüde sevapları günahlarından ağır bassın ve kulunu cennete koysun.
-Nasıl yani? Hem seviyor, hemde hastalık veriyor, anlamadım gitti. Annem beni hiç böyle sevmez?
-Ha ha hah! İlahi torun. Bak şimdi Allah sevdiği kulları günah işlediğinde öbür tarafta cehenneme atmamak için bu dünyada bir takım hastalıklar verir başına. O hastalıklara sabır ile yaklaşıp en büyük şifa ve merhamet sahibinin yolundan ayrılmazsa, onun hastalığınıda iyi eder, öbür tarafta cennetine de koyar inşallah. Bak sana bir hadise anlatayım, ama önce biraz bekle, bir su içip hemen geliyorum...
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
8 Yorum