xxxx1
"Deve", "aslan" ve "çocuk"un çocuğu Nietzsche'nin izini sürerken...
Röcken Köyü / Almanya. Bir peygamber olarak Hz. İsa'yı "öldüren", tanrı olarak icat edip "yeniden-dirilten" adam, bir azizdi: Vaftiz ve takdis ederek "öldürmüştü" Aziz Pavlus Efendi, Hz. İsa'yı. "Vaftizci Yahya"nın bilmem kaçıncı göbekten "çocuğuydu" ne de olsa. İsa-Mesih sûretinde ete-kemiğe büründürdüğü Kilise'yi tanrılaştıran sapma'nın tohumlarını, işte bu Tarsuslu Aziz ekmişti.
Kilise Tanrısı'nı kim öldürecekti, peki? Luther, elbette ki: Tanrı'nın sözünün şekillendireceği insanı varetmek yerine, İnsan'ın sözünün Tanrı'nın sözünü tarumâr edeceği tanrılaşan insanı icat ederek...
Luther'in doğduğu ve Protestanlığı doğurduğu yerde, Wittenberg'de, çok aramama rağmen bir rûhânîlik göremedim. Luther'in mezarına olmasa bile, "mezbahahâne" olarak kullandığı, Kilise Hıristiyanlığı'na mezar olan Wittenberg'e ve Luther'in Kilisesi'ne gittim; ama burada, rûhânî bir hava bulamadım; zaten böyle bir hava bulabileceğime ihtimal vermiyordum, bir önyargıya değil, sınanmış bir önbilgiye ve de önseziye dayanarak.
Kaderin cilvesine bakar mısınız! Daha 12 km öncesinden Wittenberg'e giden yol, hepimizi şaşkına çevirecek kadar berbattı: Çukurlardan geçilmiyordu! Burası neresiydi? Almanya değil miydi? İnanması zordu; ama gerçek buydu. Merakla ve şaşkınlıkla biraz ilerleyince, "Lutherşehri Wittenberg" levhasının üzerine büyükçe bir kırmızı çarpı işareti konulduğunu, alternatif bir yol işareti de "verilmediğini" görünce merakımız da, şaşkınlığımız da daha bir arttı. Wittenberg'e giden yolun üzerine konulan bu kırmızı çarpı işareti, neyin işaretiydi acaba? Lutheran, Protestan Kilisesi'nin de sonunun mu?
İte kaka sürdük arabayı; yol/u yapan bir ekiple karşılaştık, Wittenberg'in yolunu sorduk. Sonunda Wittenberg'in yolunu bulduk ama Wittenberg'de Luther'in açtığı "yol", Kilise'ye yolunu buldurtmuş muydu, gerçekten; yoksa, Kilise'yi ve Hıristiyanlığı tarihe gömen yolun taşlarını mı döşemişti, diye sormaya gerek duymuyorum, artık.
Luther'in yurdunda bulamadığımız rûhânî havayı, hem önce sahiciliğini yitiren Kilise'nin, sonra da Kilise'yi bitirerek insanı tanrılaştıran Aydınlanmacıların yol açtıkları dekadansın sonucunda patlak veren nihilizmin öncüsü, hem de nihilizm felâketiyle mücadelenin babası Nietzsche'nin köyünde, baba yadigârı bir yerde, etrafında küçük Nietzsche'nin, "herkesi büyüleyen, derin düşüncelere garkeden, içten ilâhîler okuduğu, İncil'i içselleştirerek okuduğu için kendisine 'küçük papaz' lakabının verildiği", babasının papazlık yaptığı Kilise'nin duvarının dibindeki mezarında bulduk! Şaşırtıcı ama gerçek! Reva mıydı bu? Kilise'yi ve tanrısını tarihe gömen adam kilisenin dibine gömülmüştü!
Nietzsche'nin 170 hânelik köyüne girdiğimizde kimseyi göremedik: İn cin top atıyordu köyde! İkindi güneşinin derin ama solgun ışıklarının aksettirdiği ışınlardan yansıyan bir sıcaklık sarıvermişti içimizi yine de.
Levhayı takip ettiğimizde tipik bir köy kilisesi çıktı önümüze... Biraz ilerleyince, bir yaşlı çınarın altında ve yıkılmamak üzere direnen bir başka sancılı ağacın önünde dimdik ayakta duran, kaidesiz, doğrudan yere, çimenlerin içine yerleştirilen, hepsi de bir kadın heykeline -Nietzsche'nin annesine- bakan çıplak üç bembeyaz Nietzsche heykeliyle karşılaştık önce. Bir kez daha şaşırtmıştı üstad!
Neyin nesiydi bu üç çıplak Nietzsche heykeli? Heykellerin ortasında, üzerinde "Friedrich Nietzsche" yazan bir mermer lahit uzanıyordu sere serpe. Heykellere yakından bakınca, bu heykellerin bir mezar değil, Nietzsche'nin yüzüncü ölüm yıldönümü anısına bir rüyasının taşa dökülen, taş'la konuşan bir anıt olduğunu öğrendik. Nietzsche'nin mezarı, Kilise'nin öbür tarafındaydı: derûnî bir sükûnet hüküm sürüyordu mezarda.
Rüya anıtındaki üç Nietzsche heykeli neyi sembolize ediyordu, peki? Herhalde, Nietzsche'nin bizzat kendisinin "deve", "aslan" ve "çocuk"la sembolize ettiği üç dönemini: Deve, geleneğe saygıyı, öğrenmeyi ve tam teslimiyeti; aslan, bu geleneği yıkmayı; çocuk, yeni bir imanın ve insanlığın doğuşunu.
Yaralı bir bilincin çocuğuydu Nietzsche: Tanrı'yı yeryüzünden kovduğunu sanarak ilk fırsatta kovuğundan çıktığında Tanrı'nın "koltuğu"na oturmaya kalkışan modernliğin paralize ettiği, önceleri Aziz Pavlusların, sonraları da Lutherlerin -belki bilmeden- tohumlarını ektikleri seküler insanın paralanan bilincinin yaralı ve yaralayıcı, acılı ve sancılı, her şeye rağmen hakikatin izini sürmek için ağır bedel ödemekten çekinmeyen yılmaz ve yıkılmaz, öz ve özge çocuğu.
Bu yaralı bilinci daha da yaran, teşrih masasına yatıran, cerh eden, şerh eden ve tarihe gömen; insanın ontolojik yarılmasının yaralarını tek başına sarmaya soyunan, "son filozof", "son insan": Seni, mezarında da aynen böyle gördüm, inan!
Öyleyse rahmet sana, öyleyse yola devam bana...