xxxx1
TRT-Türk devrimi – (1)
Televizyon olmasaydı, ne olurdu; hayatımız daha nitelikli ve sahici mi olurdu? Hiç kuşkunuz olmasın ki, evet. Her ne kadar, internet ve sürgit bir önceki versiyonunu eskiten, dolayımdan ve dolaşımdan çıkaran ama her zaman daha nitelikli, daha insanî bir boyut kazanamayan kulağa ve göze hitap eden, bu arada, çoklukla aklı, hiç şüphesiz ki ruhu yok etme tehlikeleri barındıran bilumum diğer iletişim "cihazlar"ı televizyonun yaklaşık yarım asırlık saltanatını tahtından ediyor gibi gözükse de, televizyon hayatımızın kaçınılması zor "gerçek"lerinden biri.
İletişimin hızlanması, iletişim araçlarının alabildiğine yaygınlaşması ve çoğalması, bizim de insan olarak "çoğalmamıza", hayatımızın anlamlarını daha derinlemesine, daha gerçekçi, daha doğru bir şekilde kavramamıza katkı sunmuyor. Hayatı, daha duyarak, daha bütünleşerek, kendimizle, çevremizle ve tabiatla daha barışık yaşamamıza imkân tanımıyor.
İletişim araçlarının iletişim vasıtası olmaktan öte ve önce, bir güç, iktidar ve nüfûz kurma aracı'ları olduğunu unutuyoruz çoğu zaman. Yeni-sömürgeciliğin keşif kollarıdır iletişim araçları, daha genelde.
Türkiye'de dört dörtlük bir yazılı basın varolamadı. Bu ülkenin bir Le Monde'u, bir The Guardian'ı, bir The New York Times'ı olamadı hiçbir zaman. Bunun en temel nedeni, bu ülkede yazılı kültürün olmaması iddiası değil. Bu iddianın iler-tutar tarafı yok. Bunun en temel nedeni, bu ülkenin entelijansiyasının bile farkına varmaktan uzak olduğu her hâlimizden belli olan, esaslı bir medeniyet krizi yaşıyor oluşumuzdur.
Medeniyet krizi, varoluşsal bir buhrandır: Hayatımızın yönünü, istikametini yitirmesi, yersiz-yurtsuzlaşmamız, sanattan düşünceye, gündelik davranış biçimlerinden mimariye, mutfak kültüründen bütün zevklerimize ve beğenilerimize kadar hayatımıza yön veren, hayatımızı anlamlı kılan göstergebilimsel düzenimizin çökmesi, anlam haritalarımızın yerle bir olmasıdır.
Medeniyet krizinin hayatın her alanına sirayet ettiği bir kara parçası her zaman oraya buraya savrulmaktan, özgüvenini yitiren insanlar komedyasının kara mizahlarına, traji-komedilerine tanık olmaktan kurtulamaz. Böyle bir coğrafyanın insanları, kendileri düşünemezler; onların adına başkaları düşünür; kendileri seçemezler, beğenemezler, kölecesine bağlandıkları başka dünyaların insanları, çevreleri beğenilerinin, zevklerinin ve her türlü seçimlerinin câzibe merkezidir. Said Halim Paşa'nın handiyse 150 yıl öncesinden haykırdığı gibi, böylesi bir coğrafyanın insanları "yalnızca yıkmayı bildikleri için" hiçbir özgün atılımın, açılımın öncüsü değildir; hep adeta ağızlarını açarak, ölümcül bir aşağılık kompleksiyle baktıkları Batılıların izcisi, gözcüsü ve sözcüsü gibidirler sadece.
O yüzden, her şey ithaldir orada: Asalaklık karakteri olmuştur bu yersiz-yurtsuzlaşmış kara parçasının insancıklarının. Medeniyet krizini aşma konusunda verilen ama son kertede başarısızlıkla sonuçlanan Tanzimat'tan Meşrutiyet'lere kadar yaşanan süreçte, aslında yazılı basın da son derece dinamik, canlı ve yaratıcıydı.
Düşünsenize, İkdam gazetesi, Corci Zeydan'ın 5 ciltlik (yaklaşık iki bin / 2.000 küsur sayfalık) Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi'ni baştan sona kadar tefrika etmiş! Hatta Aydınlanma Çağı'nın Ansiklopedi'siyle karşılaştırılacak çapta entelektüel bir sıçramanın, atılımın öncüsü, önaçıcısı bir ilimler ve düşünceler tarihi ansiklopedisi olan Tehanevi'nin o devasa Keşşaf'ını bile yayımlamış! Bugün Keşşaf, hâlâ Latin harfleriyle çevrilmedi Türkçe'ye... Daha da kötüsü, Türkiye'de entelijansiya denen entel-dantel takımı, Tehanevî'yi de, Keşşaf'ı da hâlâ keşfedebilmiş, daha da kötüsü keşfedebilecek kalibrede, çapta, kıratta değil, ne yazık ki.
Türkiye'nin "şeklen" en "kaliteli" gazeteleri (sözgelişi Cumhuriyet) zihnen Türkiye'nin en opaque'leşmiş, eskimiş, hiçbir yaratıcı ufku olmayan, sadece hır-gür'ün en gür sesi olma kavgası veriyor/lar!... Bu ülkede yazılı kültür vardı; ama o yazılı kültürü vareden dili -hem semantik anlamda sekülerleştirerek, hem de fiilen yasak ederek- yok ettik!
İşte bu nedenledir ki, bu ülkede yaratıcı, özgün ve öncü bir yazılı basın varedilememiştir. Önce içerik, sonra da tasarım ve dil, hep dışarıdan aparmadır.
Böylelesine çölleşmiş, yönünü yitirmiş, metamorfoz yemiş bir vasatta, televizyonun varolabildiğinden sözedebilir miyiz?