xxxx1
“Tarihin kayıp çocukları”, şifreleri kırıp, sistem kurabilecek mi? (1)
Bilge adam Socrates, “üzerinde düşünülmeyen hayat, yaşamaya değmez” demişti. Öğrencisi de, Socrates gibi bir bilgenin öğrencisi olduğunu kanıtlarcasına, şöyle karşılık vermişti üstadının sözüne: “Yaşanmayan hayat, üzerinde düşün/ül/meye değmez.”
Bu iki bilgeden ilham alarak, bendeniz de, “bu dünyaya söyleyeceğiniz bir çift sözünüz yoksa, bu dünyada yaşamanızın anlamı da yoktur” diyorum, demesine de, eğer bu dünyada yaşa/ya/mıyorsak, bu dünyaya söyleyecek bir şeyimiz olabilir mi, diye de sormadan edemiyorum.
* * *
Çağımızın büyük tarihçilerinden Braudel, Türkleri “tarihin kayıp çocukları” diye tarif etmişti. Ama sor/ul/ması gereken soruyu atlamıştı üstad: 2000 (iki bin) yıllık insanlık tarihi boyunca, Asya'nın içlerinden Avrupa'nın içlerine kadar iki kez büyük “yürüyüş” gerçekleştirebilen tek kavim olan Türkler, ne oldu da, nasıl oldu da, tarih yapamayacak kadar tarihten “silindiler”?
Asya steplerinden Avrupa'nın içlerine kadar yaptığımız ilk “yürüyüş”te, büyük ölçüde yakıp yıktık sadece. Ama ikinci yürüyüşümüz tarihi de harekete geçiren çok yönlü, çok katmanlı, muazzam bir yürüyüş oldu: Bu ikinci yürüyüşümüz, sadece İslâm tarihinin değil, bütün insanlık tarihinin akışını değiştiren tarihî sonuçlar doğurdu.
Her şeyden önce, İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci büyük medeniyet krizinin aşılmasında bizim Müslümanlıkla tanışmamız ve Müslümanlığı, mekânın yanısıra zamana da taşıma iradesi ortaya koymamız birinci derecede rol oynadı.
Eğer Türk kavmi, İslâm'la tanışmamış olsaydı, İslâm tarihten taşınabilirdi: Nitekim, 1256 yılında Bağdat'ın Moğollar tarafından istila edilmesiyle, 1492 yılında da İspanyolların omurgasını oluşturduğu Katolik birleşik gücünün, Endülüs'ü tarihten silmesiyle İslâm tarihten silinme tehlikesiyle burun buruna gelmişti.
Öyle ki, İbn Haldun'un “Avrupalılar, Akdeniz'de bir tahta parçası bile yüzdüremiyorlar” dediği zamanlardan, Müslümanların karalardan bile sürüldükleri yok oluş zamanlarının eşiğine gelinmişti. Bu durumu, Toynbee “İslâm, sanki tarihten çekilmek üzere gibiydi” diye tasvir eder.
İşte İslâm'ın Doğu'dan Moğol saldırılarıyla, Batı'dan Haçlı saldırılarıyla maruz kaldığı bu tarihten uzaklaştırıcı taarruzu, Türk kavminin İslâm'la şereflenmesi durdurdu.
Medeniyetlerin tekevvününde birincil şart, hem dâhilî, hem de hâricî temastır: Dâhilî temas, bir medeniyetin yaratıcı ruhla mücehhez olmasını, dünyaya söyleyeceği sözü, önce kendisine söyleyebilecek, özü hâline getirebilecek bir vasat kurmasını; hâricî temas ise, fiil ve hâl hâline getirdiği, kurucu iradeye dönüşen, mekân'ını ve imkânlarını tekevvün ettiren bu vasatın yaydığı ruhu, titreşimi, canlılığı başka vasatlara da taşıyabilmesini icbar eden, birbirini tamamlayan, biri olmadan öteki de olamayan, var olamayan iki zorunlu ve yaratıcı süreçtir.
Eşzamanlı ve çift yönlü işlemesi gereken bu süreçleri, ancak tarihte büyük yolculuklar gerçekleştiren aktörler hayata geçirebilir, herkese hayat bahşeden bir medeniyete dönüştürebilirler.
İşte Türk kavmi, tarihte, farklı zamanlarda ve mekânlarda çok yönlü ve dinamik yolculuklar yapan, deyim yerindeyse tarihin çilesini çeken, tarihin ateşinde pişen, demirinde “dövülen” nâdir kavimlerden biri olduğu için, Müslümanlıkla tanıştığı zaman nasıl muazzez bir şeyle tanıştığını iliklerine kadar idrak etmişti. Ve insanlığa insanlığını, vicdanını, ruhunu bahşedecek; hayat iksiri sunacak; Hz. Adem'den bu yana türlü engelleri aşarak gürül gürül akıp gelen umman'a ulaştıracak vahiy ırmağından kana kana içmesini, bu ırmağın herkesin susuzluğunu giderecek kanallara kavuşmasını sağlayabilecek bir yolculuğa çıkmasını bilmişti.
O yüzden Türk kavmi, Selçuklu'nun yaratıcı ruhuyla donanan Osmanlı'yla kurucu bir irade ortaya koyabilmişti. Abbasî ve Endülüs'ün zihni fetheden, Acem ve Hind'in ruhu fetheden İslâm medeniyet yolcuğuna, zamanı, mekânı ve hepsinden önemlisi de zamana ve mekâna da nakşettiği gönlü fethetme iradesi ve iştiyakı ortaya koyarak, hem İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci bunalımı aşmaya muvaffak olmuş, hem de barbar Avrupalı kavimleri tarihe kışkırtmayı başarmıştı.
Şu ân İslâm medeniyeti, birincisinden daha derin bir buhranla boğuşuyor. Bu buhranın aşılmasında da, bu topraklarda hayata nakşedilen yaratıcı ruhla ve kurucu iradeyle teçhiz olduğu zaman, bu “millet”, yeniden belirleyici rol oynayacak.
Bu iki bilgeden ilham alarak, bendeniz de, “bu dünyaya söyleyeceğiniz bir çift sözünüz yoksa, bu dünyada yaşamanızın anlamı da yoktur” diyorum, demesine de, eğer bu dünyada yaşa/ya/mıyorsak, bu dünyaya söyleyecek bir şeyimiz olabilir mi, diye de sormadan edemiyorum.
* * *
Çağımızın büyük tarihçilerinden Braudel, Türkleri “tarihin kayıp çocukları” diye tarif etmişti. Ama sor/ul/ması gereken soruyu atlamıştı üstad: 2000 (iki bin) yıllık insanlık tarihi boyunca, Asya'nın içlerinden Avrupa'nın içlerine kadar iki kez büyük “yürüyüş” gerçekleştirebilen tek kavim olan Türkler, ne oldu da, nasıl oldu da, tarih yapamayacak kadar tarihten “silindiler”?
Asya steplerinden Avrupa'nın içlerine kadar yaptığımız ilk “yürüyüş”te, büyük ölçüde yakıp yıktık sadece. Ama ikinci yürüyüşümüz tarihi de harekete geçiren çok yönlü, çok katmanlı, muazzam bir yürüyüş oldu: Bu ikinci yürüyüşümüz, sadece İslâm tarihinin değil, bütün insanlık tarihinin akışını değiştiren tarihî sonuçlar doğurdu.
Her şeyden önce, İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci büyük medeniyet krizinin aşılmasında bizim Müslümanlıkla tanışmamız ve Müslümanlığı, mekânın yanısıra zamana da taşıma iradesi ortaya koymamız birinci derecede rol oynadı.
Eğer Türk kavmi, İslâm'la tanışmamış olsaydı, İslâm tarihten taşınabilirdi: Nitekim, 1256 yılında Bağdat'ın Moğollar tarafından istila edilmesiyle, 1492 yılında da İspanyolların omurgasını oluşturduğu Katolik birleşik gücünün, Endülüs'ü tarihten silmesiyle İslâm tarihten silinme tehlikesiyle burun buruna gelmişti.
Öyle ki, İbn Haldun'un “Avrupalılar, Akdeniz'de bir tahta parçası bile yüzdüremiyorlar” dediği zamanlardan, Müslümanların karalardan bile sürüldükleri yok oluş zamanlarının eşiğine gelinmişti. Bu durumu, Toynbee “İslâm, sanki tarihten çekilmek üzere gibiydi” diye tasvir eder.
İşte İslâm'ın Doğu'dan Moğol saldırılarıyla, Batı'dan Haçlı saldırılarıyla maruz kaldığı bu tarihten uzaklaştırıcı taarruzu, Türk kavminin İslâm'la şereflenmesi durdurdu.
Medeniyetlerin tekevvününde birincil şart, hem dâhilî, hem de hâricî temastır: Dâhilî temas, bir medeniyetin yaratıcı ruhla mücehhez olmasını, dünyaya söyleyeceği sözü, önce kendisine söyleyebilecek, özü hâline getirebilecek bir vasat kurmasını; hâricî temas ise, fiil ve hâl hâline getirdiği, kurucu iradeye dönüşen, mekân'ını ve imkânlarını tekevvün ettiren bu vasatın yaydığı ruhu, titreşimi, canlılığı başka vasatlara da taşıyabilmesini icbar eden, birbirini tamamlayan, biri olmadan öteki de olamayan, var olamayan iki zorunlu ve yaratıcı süreçtir.
Eşzamanlı ve çift yönlü işlemesi gereken bu süreçleri, ancak tarihte büyük yolculuklar gerçekleştiren aktörler hayata geçirebilir, herkese hayat bahşeden bir medeniyete dönüştürebilirler.
İşte Türk kavmi, tarihte, farklı zamanlarda ve mekânlarda çok yönlü ve dinamik yolculuklar yapan, deyim yerindeyse tarihin çilesini çeken, tarihin ateşinde pişen, demirinde “dövülen” nâdir kavimlerden biri olduğu için, Müslümanlıkla tanıştığı zaman nasıl muazzez bir şeyle tanıştığını iliklerine kadar idrak etmişti. Ve insanlığa insanlığını, vicdanını, ruhunu bahşedecek; hayat iksiri sunacak; Hz. Adem'den bu yana türlü engelleri aşarak gürül gürül akıp gelen umman'a ulaştıracak vahiy ırmağından kana kana içmesini, bu ırmağın herkesin susuzluğunu giderecek kanallara kavuşmasını sağlayabilecek bir yolculuğa çıkmasını bilmişti.
O yüzden Türk kavmi, Selçuklu'nun yaratıcı ruhuyla donanan Osmanlı'yla kurucu bir irade ortaya koyabilmişti. Abbasî ve Endülüs'ün zihni fetheden, Acem ve Hind'in ruhu fetheden İslâm medeniyet yolcuğuna, zamanı, mekânı ve hepsinden önemlisi de zamana ve mekâna da nakşettiği gönlü fethetme iradesi ve iştiyakı ortaya koyarak, hem İslâm medeniyetinin yaşadığı birinci bunalımı aşmaya muvaffak olmuş, hem de barbar Avrupalı kavimleri tarihe kışkırtmayı başarmıştı.
Şu ân İslâm medeniyeti, birincisinden daha derin bir buhranla boğuşuyor. Bu buhranın aşılmasında da, bu topraklarda hayata nakşedilen yaratıcı ruhla ve kurucu iradeyle teçhiz olduğu zaman, bu “millet”, yeniden belirleyici rol oynayacak.