Ünal SADE
PRENSES CAROLİNE VE DENİZ BAYKAL
PRENSES CAROLİNE VE DENİZ BAYKAL
Pek çoğumuzca malum Prenses Caroline Monaco Prensi Rainier ile Grece Kelly’nin büyük kızı. Prenses Caroline doğal olarak paparazzilerin ilgi odağı oluyor. Sürekli takip altında. Çocuklarıyla oynarken, arkadaşlarıyla yemek yerken, denize girerken, ata binerken her an objektif ve kameraların takibinde.
Sonuç boy boy fotoğrafları istememesine rağmen magazin dergilerinde…
Prenses Caroline 1999 yılında Almanya’da Bunte ve Neue Post’tan özel yaşamını teşhir eden fotoğraflarını kendi izni olmadan yayınladıkları gerekçesiyle şikâyetçi oluyor ve bu tür fotoğrafların yayınlanmasının durdurulmasını istiyor.
Konu Alman Anayasa Mahkemesine kadar gidiyor. Alman Anayasa Mahkemesi basın özgürlüğünü önceliyor ve “Özel yaşam ancak evde ve ev dışında, gözden uzak, kimse tarafından görülmek istenmediği ücra köşelerde söz konusu olabilir. Başka yerlerde, önemli olan basın özgürlüğü, halkın bilgi edinme hakkıdır” şeklinde bir karar alarak Prensesi haksız buluyor.
Prenses Caroline Almanya’da alınan bu kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıyor. AİHM Prenses Caroline/Almanya davasında dengeli bir karar veriyor.
AİHM bu konuda önemli bir kriter belirliyor. Buna göre: Resmi görevi olan bir siyasetçi ile resmi görevi olmayan bir bireyin özel yaşamı arasında bir ayrım yapıyor. AİHM’ne göre demokratik toplumlarda, bir devlet adamı, bir siyasetçiye ilişkin bilgi edinme hakkı, bazı durumlarda özel yaşamı da kapsayabilir. Özel yaşama ilişkin haberler Siyasal-toplumsal tartışmalara katkı sağlayabilir. Oysa resmi görevi olmayan bir bireyin özel yaşamı kamu çıkarını ilgilendirmez. Dolayısıyla Prenses Caroline’ni de resmi bir görevi olmadığından şikâyetinde haklı buluyor.
Bu konuyu neden gündeme getirdiğimi biliyorsunuz. CHP lideri Deniz Baykal’ın istifası ile sonuçlanan olayın tahlilinde; gerçek olup olmadığı ve siyasal etkilerinden ziyade ağırlıklı olarak özel yaşamın ihlal edildiği üzerinde duruluyor. Başta iktidar olmak üzere menfaat temin edebilecek kesimler ağır ithamlara maruz bırakılıyor.
28 Şubat sürecinde Müslüm Gündüz/Fadime Şahin’in kameraların hazır bulundurulduğu, (hatta geç gelenlerin beklenildiği) ve sonrasında çeşitli yazılara konu edildiği üzere içerden “hadi artık daha ne kadar bekleyeceğiz, üşüyorum” mesajının geldiği uydurma baskın görüntülerinin iğrenç bir şekilde yüzlerce kez hem de ana haber bültenlerinde karşımıza çıkarıp soslayarak yeniden sunan basın kuruluşlarının bu defa “özel yaşam” çığlıkları atmasını da takdirlerinize bırakıyorum.
Dünün sansür karşıtları nedense bu olaydan sonra “etik” ten söz etmeye başladılar.
Olayın oluş şekli, kimler arasında olduğu, sonrasında kişisel menfaat temin edilip edilmediği de beni ilgilendirmiyor. Bunlar zaten yazılıp çiziliyor. Bu tür iddiaların yargıyı ilgilendirdiği de bir gerçek. Ama burada üzerinde durulması gereken çok daha ciddi bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu konuda beni düşünmeye sevk eden kişi Prof.Dr. Orhan Gökçe oldu.
Geçtiğimiz hafta sonu (9 Mayıs 2010) Ankara’da bir panele katıldım. Ankara Sosyal Gelişim Derneği ile Kritik Analitik Düşünme Platformunun düzenlediği panelin konusu “Medya Etiği Üzerine Kritik ve Analitik Bakış” tı.
İstanbul Milletvekili Edibe Sözen, Radyo ve Televizyon Üst Kurul Başkan Vekili Prof.Dr. İlhan Yerlikaya, Prof.Dr. Orhan Gökçe, Sadık Yalsızuçanlar ve Naim Güleç’in konuşmacı olarak katıldığı panelde medya etiği konusu bütün boyutlarıyla tartışıldı. Hem düzenleyenleri hem de katkı sağlayanları buradan da kutlamak istiyorum.
Planlanmamasına rağmen “Baykal” olayına rast gelen panel tabiî ki sık sık konuya göndermelere de sahne olmuş oldu.
Prof.Dr.Orhan Gökçe’nin orada dile getirdiği bir konu gerçekten çok önemliydi. Üzülerek söylüyorum bu yaklaşımı konuyu tartışan hiçbir yayında da göremedim. Hoca’nın da ifade ettiği gibi olayın “kayıt biçimi tartışılabilir” bu bir suç konusunu da teşkil edebilir. Hukuka aykırı çekim gerekirse yargısal takibe tabi tutulup ilgililer cezalandırılabilir. Cezalandırılmalıdır da…
Ancak burada sorgulanması gereken konu bu gizli çekim görüntüleri (doğruysa) yıllardır ellerinde tutanlar son icraatlarına (Kamuoyuna servis) gelene kadar başka amaçlar içinde tehdit unsuru olarak kullanmışlarmıdır? Tehlikeli olan bu durumdur ve asıl cevabı bulunması gereken soru budur. Ana muhalefet partisi lideri tehdit altında görevini yürütmüşmüdür? Muhalefet yapma yöntemi tehdide konu olmuşmudur?
Maalesef “Etik” tartışmaları ile konuyu özel yaşam perdesi arkasına çekerek, uyduruk istifalarla, emanetçilerle dikkatlerin bu önemli noktalardan uzaklaştırılıp sonrasında yeniden Genel Başkanlık yolunun Baykal’a açılmasının hedeflendiği izlenimi içerisindeyim.
İstifa kararını kamuoyuna açıklarken Baykal’ın mesajlarını dikkatle okumak gerekir diye düşünüyorum.
İşte Baykal’ın konuşmasının satırbaşları.
“Bu kaset olayı değildir. Komplodur. Hukuk dışı ahlak dışı bir tertip demektir.
Komplo yaparken bazen haneye tecavüz edersiniz. Duvarlara eşyalara gizli kameralar yerleştirirsiniz. Gizli çekimlerle insanların en korunaksız görüntülerini alırsınız, kesersiniz, biçersiniz, montaj yaparsınız, çarpıtırsınız. İnsanların şerefleri onların umurlarında değildir.
Bu komployu gerçekleştirenler sapık oldukları için yada ticari şantaj yapmak için düzenlememişlerdir. Siyaset yapmak için düzenlemişlerdir. Ahlaklarına uygun bir siyaset.
Bu kompo bugünkü siyasi kojoktürün eseridir. Taze iki haftalık bir komplo vardır. İktidar gücü ve olanakları seferber edilmeden icra edilebilmesi mümkün değildir. bu kadar kaba bir komplo tezgahının iktidar zirvesinin haberi olmadan piyasaya sürülmesi mümkün değildir.
Olay sonrası iyi niyetli, üzüntü beyanları perde arkasındaki suçluluğun örtbas etmeye yetmez. Bu kadar kaba ahlaksızlık iktidarın bilgisi ve onayı olmadan gerçekleştirilemez piyasaya sürülemez.”
Konuşmasında özetle yukarıdaki sözleri söyleyen Baykal sadece başkalarını ve özellikle iktidarı suçlamış ve net bir şekilde “bu bir iftiradır, böyle bir şey olmamıştır” diyememiştir. Baykal’dan kamuoyunun net beklentisi güçlü ve samimi bir ret ya da “bu benim özel yaşamım yaşadıklarım beni ilgilendirir.” Açıklamasıdır.
Başbakan ise: , "Baykal'ın açıklamaları en az yaşananlar kadar düzeysiz ve çirkin" sözleriyle Baykal’a cevap vermiştir.
Her şeyin ilacı zamandır. Zamanla her şeyin açığa çıkacağından ümidimi kesmek istemiyorum.
Not: Değerli okurlarım Umre Hatıraları serisinin son yazısını gündem sebebiyle erteledim. Bundan sonraki yazımda hatıraları tamamlamış olacağım. Saygılarımla
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.