Prof.Dr. Kamil GÜNGÖR
Laiklik: Nedir Ne Değildir-2
Konu başka açıdan da ele alınabilir.* Kimi çevreler karşı çıksa da din (İslam dini olmak zorunda değil) her dönem insanı için bir ihtiyaçtır. Geçmişte sıkı hayat şartları nedeniyle dinde bir yoğunlaşma olduğu, kolaylaşan haliyle ‘tanrı’ya ihtiyacın azaldığı ileri sürülse de konu insanı (eksik) tanımlamakla ilgilidir. Doğrudur; teknolojik gelişmeler insanın ihtiyacına ulaşma bakımından geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde ileri imkanlar sunmaktadır. Ama insanın tek ihtiyacı maddi olan değildir ki... Zira ‘insan’ sadece beden değildir, ruhtur aynı zamanda...
Beden ‘donamım’sa, ruh da ‘yazılım’dır. Teknolojik imkanların yaygınlaşması ‘beden’in ihtiyacını karşılamaya dönüktür. Her ikisi de gereklidir ama, kişisel kanaatime göre insan için ayırt edici yan ruhtur. Zira beden hayvanlar için de söz konusudur ama ruh (akıl-irade) sadece insana dairdir. Zira hayvan bilimsel ifade ile içgüdü (sevk-i tabii), Kur’an’ın ifadesiyle sevk-i ilahi ile hareket eder. Ancak insanda ayırt etme yeteneği ve irade (akıl) vardır. Teknoloji bu kısımla ilgilenmez. İşte tam da bu yüzden teknolojik bakımdan sorun yaşamayan ülkelerde psikolojik destek zirve yapmıştır.
Tabii konu sadece bireysel de değildir. Nitekim mevzu bahis Batı toplumlarında aile kurumunun adeta ortadan kalkması devletleri gayri meşru çocuklar için oluşturdukları merkezlere para yetiştiremez hale getirmiş, aile ortamında yetişmeyen nesillerin sadece bedensel gelişimleri için değil, psikolojik sorunları için de bütçe ayırmak zorunda bırakmıştır. Nüfusun azalması, yaşlanması ve insanların yalnızlaşma da cabasıdır. Dolaylı sonuç olan ırkçılık ise sadece kendilerini değil, tüm insanlığı tehdit etmektedir.
Bu saplantılı seküler yaşam felsefesinin İslam toplumundaki yansımaları; dayatılan kimi ideolojilerin dinselleştirilmesi, kimi tarihi figürlerin tanrısallaştırılması, dini içeriden ifsad etmeye dönük fraksiyonların (tek kaynak, akıl dini, selefilik gibi) taraftar toplaması, deizm, ümmet bilincinin törpülenmesi, ‘kimliksizleştirme’ gibi pek çok sorunu önümüze koymuştur.
Laikliğin bir hayat felsefesine dönüşmesi ise onu bir ‘beşer dini’ (kavram alıntıdır) haline dönüştürmüştür. Konuyu bu bakımdan ele aldığımızda, laisizmin ilkel toplumlardaki ‘doğa dinlerinden’ bir farkı da kalmamaktadır. Kavramın İslam toplumunda İslam Dinine karşı gelişmesi insanları bir taraftan dinden uzaklaştırırkken, bir taraftan da doğan boşluğun ilgili toplumun şartlarında yorumlanmasıyla hayat felsefesine dönüşmesi ikonik kişiliklerin kutsanması ihtiyacını doğurmuştur. İkonik kişiliklerin kutsanması doğal bir süreç de değildir. Zira muhataplar değil elbette ama, işi organize edenler her şeyin farkındadır. Kavramın toplumdaki somuta indirgenmiş örneğini tesbit etmek de okuyucunun hakkı olsa gerek...
Yine malum olduğu üzere Türkiye laiklikte Fransa’yı model almıştır. Fransız devrimi bir yandan derebeylere karşı yapılmış iken, bir yandan da kiliseye karşıdır. Devrimle birlikte derebeyler tasfiye edilmiş, kiliseler dar bir alana sıkıştırılmıştır. Bu dar alan kişinin vicdanıdır ki; Türkiye’de bunun sıklıkla dile getirilmesi Fransız modelinin esas alınması ile ilgilidir. Bu model birçok bakımdan bünyesinde militarizmi barındırır. Bu yüzden demokrasi sıklıkla dolaylı, kimi zaman da doğrudan müdahale ile karşı karşıyadır. Batıdakilerin aksine de bütçeden pay ayrılarak dinsel müesseseler kontrol altında tutularak toplumsal tepki azaltılmaktadır. Birer sivil inisiyatifi olan cemaatlere karşı duruş da işte bu yüzdendir.
Laikleşmenin bir ayağı elbette süreç içerisindeki devrimlerdir. Artık her birimizin aşina olduğu üzere devrimler ithal kanunlarla hayata geçirilmiştir. ‘Halbuki kanunlar bir toplumun inanç, örf ve adet-teamüllerine ve sosyal yapısına göre hazırlanır ve toplumun kendi ruhunu ifade eder. Bu sebeple mesela Fransız Medeni Kanununun Almanya’da veya İngiltere’de uygulamak mümkün görülmez. Zorla uygulanırsa da büyük sosyal problemlerin doğması kaçınılmazdır. Ülkemizin hala kendi yapısına uyumlu kanunlar problemi bulunmaktadır ve tabiatıyla çıkan kanunlar da toplumla uyuşmadığından sıklıkla yargısal revizyonlara gitmek zorunda kalınmıştır” (alıntı).
Türkiye’nin bu anlamda yasadığı kimlik sorunu ülke içerisinde rahatsızlık doğururken, ümmet bilincinin siyasal irade ve toplum nezdinde kaybedilmesi hinterlandı üzerindeki etkiyi zayıflatmakta, dolayısıyla bekaa sorununa dönüşmektedir. Zira hiçbir ülkenin güvenliği sınırından başlamaz. (devamı var).
* bir önceki yazıdan devam
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.