xxx78
Lâiklik çağdaşlık değil miydi?
Hesap yaptım, bundan tam 38 yıl önceye denk düşüyor; 12 Mart'ın (1971) güçlü Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, dönemin sıkıntılarının sebebini tek bir cümleye sığdırmıştı: “Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı.”
Karın gurultusu ile toplumsal talepler arasındaki karmaşık ilişkiyi bundan daha güzel anlatan bir tespit herhalde yapılamazdı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın son konuşmasında en fazla dikkat çeken ancak pek çoğumuzun anlamakta zorlandığı iki cümlesine belki de aynı pencereden yaklaşmak gerekiyor. Şöyle diyor Başsavcı: “Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, artan radikalleşmeyle birlikte, ekonomik büyüme ve modernizasyona daha çok vurgu yapılmak suretiyle, batı tipi demokrasilerin ayrılmaz parçası olan lâikliğin gündemden düşürüldüğü ve tanımının değiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Lâikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan ve güvence altına alan ilke olduğu bir gerçektir.”
İrdelememize önce ikinci cümleden başlayalım isterseniz.
Gerçekten de 'lâiklik' ilkesi toplumda 'hoşgörü' arayışına bir cevap teşkil ediyor; buna hiç kuşku yok. Kilisenin derebeylerle asırlar süren koalisyonu geniş kitleleri baskı altında tutmaya yaradı; lâiklik ilkesinin gündeme geldiği ilk dönem o koalisyonun bozulduğu ve baldırı çıplakların seslerinin yüksek çıktığı Fransız Devrimi sonrasıdır.
'Lâiklik' ilkesi, ilk çıkışıyla, din adamlarıyla para babalarının elele vererek halkları tahakküm altına almasını engelleyecek bir yöntemdir.
Elbette zaman içerisinde yaşananlar ilkenin kapsamını ve boyutunu farklılaştırdı. Çağdaş dünya bugün lâik ise, halkları her türlü tahakkümden korumak için lâiktir. O tahakkümü yapan bir çıkar grubu da, siyaset yoluyla devlet yönetimine gelenler de olabilir; ikisine karşı da bir güvencedir lâiklik. Bu güvence sayesinde, halk, diniyle barışık yaşar.
Bu gerçeği tespit ettikten sonra ilk cümleye geçebiliriz.
Lâiklik halk için bir güvence ise gündemde tutulması veya gündemden düşürülmeye çalışılması arasında bir fark olmaması gerekmez mi? Ekonomik büyüme ve modernizasyonu (bu sözcüğün Türkçe karşılığının 'çağdaşlaşma' olduğunu da unutmadan) lâiklik ilkesinin karşısına koymak ne demek oluyor? Ekonomik refah arttıkça veya toplum gerçek anlamıyla çağdaş hale geldikçe, lâiklik -ve dolayısiyle toplumun hoşgörüsü- daha da sağlamlaşmaz mı?
Hangi siyaset bilimi kitabını açarsanız açınız, yazarı hangi eğilimden olursa olsun, yukarıdaki soruya “Sağlamlaşır” cevabının verildiğini görürsünüz. Prof. Niyazi Berkes'in ABD'de 'The Development of Secularism in Turkey' (Türkiye'de Lâikliğin Gelişmesi) adıyla çıkan kitabı Türkçemize 'Türkiye'de Çağdaşlaşma' diye çevrilmemiş miydi?
Esasen Başsavcı Yalçınkaya'nın da kendisine ilham kaynağı gözüyle baktığı Mustafa Kemal Atatürk'ün 'muasır medeniyetin üstüne çıkmak' olarak özetlediği 'milli ülkü' gerçekleştiğinde Türkiye gerçek anlamda 'çağdaş' bir ülke olacaktır. Ekonomik açıdan müreffeh, beşeri ilişkiler açısından hoşgörülü bir toplum, başında ister muhafazakâr ister sol bir hükümet bulunsun, lâikliğe de sahip çıkar.
Her gün adını anmak zorunda kalmasa bile...
Zaten siyasiler başta olmak üzere kamu kişiliklerinin 'lâiklik' konusunu her fırsatta öne çıkartması hangi Batı demokrasisinde görülmüş?
Lâikliğin tanımının çağdaşlaşmayla birlikte yumuşaması da olağandır; bütün Batı demokrasilerinde süreç içerisinde lâiklik tanımı değişime uğramış ve uygulamaları zamanla yumuşamıştır.
Bu tahlilden çıkan sonucu bilmem paylaşmam gerekir mi: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın o iki cümlesi bir gerçeğe işaret ediyorsa, yani Türkiye ekonomik büyüme ve modernizasyon vurgusu yüzünden eskisi kadar lâiklik konusunu ön planda tutmuyorsa, lâiklik tanımı farklılaşmışsa, bunu şikâyet sebebi saymamamız gerekir.
Sevinmeliyiz.
Karın gurultusu ile toplumsal talepler arasındaki karmaşık ilişkiyi bundan daha güzel anlatan bir tespit herhalde yapılamazdı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın son konuşmasında en fazla dikkat çeken ancak pek çoğumuzun anlamakta zorlandığı iki cümlesine belki de aynı pencereden yaklaşmak gerekiyor. Şöyle diyor Başsavcı: “Muhafazakâr partiler öne çıktıkça, artan radikalleşmeyle birlikte, ekonomik büyüme ve modernizasyona daha çok vurgu yapılmak suretiyle, batı tipi demokrasilerin ayrılmaz parçası olan lâikliğin gündemden düşürüldüğü ve tanımının değiştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Lâikliğin dinsel hoşgörüyü sağlayan ve güvence altına alan ilke olduğu bir gerçektir.”
İrdelememize önce ikinci cümleden başlayalım isterseniz.
Gerçekten de 'lâiklik' ilkesi toplumda 'hoşgörü' arayışına bir cevap teşkil ediyor; buna hiç kuşku yok. Kilisenin derebeylerle asırlar süren koalisyonu geniş kitleleri baskı altında tutmaya yaradı; lâiklik ilkesinin gündeme geldiği ilk dönem o koalisyonun bozulduğu ve baldırı çıplakların seslerinin yüksek çıktığı Fransız Devrimi sonrasıdır.
'Lâiklik' ilkesi, ilk çıkışıyla, din adamlarıyla para babalarının elele vererek halkları tahakküm altına almasını engelleyecek bir yöntemdir.
Elbette zaman içerisinde yaşananlar ilkenin kapsamını ve boyutunu farklılaştırdı. Çağdaş dünya bugün lâik ise, halkları her türlü tahakkümden korumak için lâiktir. O tahakkümü yapan bir çıkar grubu da, siyaset yoluyla devlet yönetimine gelenler de olabilir; ikisine karşı da bir güvencedir lâiklik. Bu güvence sayesinde, halk, diniyle barışık yaşar.
Bu gerçeği tespit ettikten sonra ilk cümleye geçebiliriz.
Lâiklik halk için bir güvence ise gündemde tutulması veya gündemden düşürülmeye çalışılması arasında bir fark olmaması gerekmez mi? Ekonomik büyüme ve modernizasyonu (bu sözcüğün Türkçe karşılığının 'çağdaşlaşma' olduğunu da unutmadan) lâiklik ilkesinin karşısına koymak ne demek oluyor? Ekonomik refah arttıkça veya toplum gerçek anlamıyla çağdaş hale geldikçe, lâiklik -ve dolayısiyle toplumun hoşgörüsü- daha da sağlamlaşmaz mı?
Hangi siyaset bilimi kitabını açarsanız açınız, yazarı hangi eğilimden olursa olsun, yukarıdaki soruya “Sağlamlaşır” cevabının verildiğini görürsünüz. Prof. Niyazi Berkes'in ABD'de 'The Development of Secularism in Turkey' (Türkiye'de Lâikliğin Gelişmesi) adıyla çıkan kitabı Türkçemize 'Türkiye'de Çağdaşlaşma' diye çevrilmemiş miydi?
Esasen Başsavcı Yalçınkaya'nın da kendisine ilham kaynağı gözüyle baktığı Mustafa Kemal Atatürk'ün 'muasır medeniyetin üstüne çıkmak' olarak özetlediği 'milli ülkü' gerçekleştiğinde Türkiye gerçek anlamda 'çağdaş' bir ülke olacaktır. Ekonomik açıdan müreffeh, beşeri ilişkiler açısından hoşgörülü bir toplum, başında ister muhafazakâr ister sol bir hükümet bulunsun, lâikliğe de sahip çıkar.
Her gün adını anmak zorunda kalmasa bile...
Zaten siyasiler başta olmak üzere kamu kişiliklerinin 'lâiklik' konusunu her fırsatta öne çıkartması hangi Batı demokrasisinde görülmüş?
Lâikliğin tanımının çağdaşlaşmayla birlikte yumuşaması da olağandır; bütün Batı demokrasilerinde süreç içerisinde lâiklik tanımı değişime uğramış ve uygulamaları zamanla yumuşamıştır.
Bu tahlilden çıkan sonucu bilmem paylaşmam gerekir mi: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın o iki cümlesi bir gerçeğe işaret ediyorsa, yani Türkiye ekonomik büyüme ve modernizasyon vurgusu yüzünden eskisi kadar lâiklik konusunu ön planda tutmuyorsa, lâiklik tanımı farklılaşmışsa, bunu şikâyet sebebi saymamamız gerekir.
Sevinmeliyiz.