Nurhan Bahçe GENÇ

Nurhan Bahçe GENÇ

İÇİMİZDEKİ KUYU

​​​​​

Sosyal hayatın içinde bir meslekte olmak ve kalabalık bir aileye sahip olmak çoğu zaman olayları daha çok gözlemlemek ve yorumlamak zorunda bırakıyor insanı.

Bir vakit öğrencilerime bir ödev vermiştim. Akşam evde herkes düşünüp taşınıp en şikayetçi olup değiştirmek istediği, kendisinde hata olarak gördüğü veya yaptığında pişman olduğu üç özelliğini bulsun, derste konuşalım dedim.

Bu konuda elbette çok objektif olmayacaklarını, insanın öncelikli olarak kendisine itirafını bile büyük bir erdem, sınıf ortamında söylemenin de büyük bir medeni cesaret olacağını da biliyordum. Ama olsun bir defa içime giren girmiş ve gelecek cümlelerin merakına teslim olmuştum.

Ertesi günü merakla bekledim ve sınıfa muzipçe girip yetişkin öğrencilerime ödevlerini hatırlattım.

Herkesten sırasıyla bu konuda ne düşündüklerini ve neler yazdıklarını sordum.

Doğrusu üzerinde ciddi düşünüp ödev bilinciyle uzunca yazanlar olduğu gibi, hiç ciddiye almayarak ‘Benim hiçpişmanlığım ve hatam yok’ dercesine basite alıp, ne garip ki her iki grubunda kendilerine oluşturdukları müthiş bir savunma sistemi geliştirdiklerini, kendilerini çok masum yerlere oturttuklarını görünce kendimi de sorguladım.

Öğrencilerin cevapları manidardı.

Şöyle ki; hiç kimse kendisini eleştiremiyordu. Garip gelmişti. Bir dönem bir cezaevinde kadın mahkumlara danışman olarak gitmiştim epeyce. Aynen oradaki mahkumlar gibi insan kendisini suçlayamıyordu. Her gittiğimde ‘Kader mahkumu’ olduklarını büyük bir samimiyetle söylüyor ve çıkacakları ilk mahkemede beraat alacakalarını düşünüyorlardı. Halbuki her ne kadar işledikleri suçlar hakkında detaylı bilgi sormasakta bir çoğunun katil, hırsız gibi sabıkalarının olduğunu biliyorduk.

Öğrencilerim de kaderin arkasına sığınarak, ya da bazı zaafları paravan ederek aslında toplumda bulunması gereken bazı faziletleri birer eksiklik gibi sayıveriyorlardı.

Mesela; çok duygusalım, hemen inanıyorum, çok safım, sert davranamıyorum, kimseyi kıramıyorum gibi.

Bunlar kötü şeyler mi, hata mı?

Olması gereken ama bugün erdem olmaktan çıkıp, bir eksiklik gibi algılanan adeta neredeyse utanacağımız şeyler haline geldi.

Galiba iki kişi birisi gıybet ettiğini biri de pembe yalanlar söylediğini söylemişti.

Yani özeleştiri yapamıyorduk. Kendi içimize yapacağımız bir yolculuk belki bütün hatalarımızla insafsızca yüzleştirecekti bizi. Fakat yüzleşmek istemiyor, korkudan gerçeklere kapı aralayamıyorduk.

Yaralarımızın en çok kendi yakın çevremizden geldiğini düşününce, ve insanlarla daha çok içiçe oldukça insaf ve iz’anı ölçüyü kaçırdığımızı görüyorum. En yakınlarımıza ne kadar zalim ve öfkeli, nasıl içten pazarlıklı olduğumuza şahit olmak üzüntü verici.

Efendimizin (sav) hayatından nezaket sahneleri anlatırken onun en çok nezaketi önce ailesine, arkadaşlarına, sahabesine ve hatta müşriklere bile bir hiyerarşi ile kullandığını görüyoruz.

Hayatımızın her sahnesine yerleştiremediğimiz islam ahlakı, toplumsal ve bireysel sorunlarımızı derinleştiriyor. Dolayısı ile söyleyecek sözümüzü azaltıyor. Başkalarının zaaflarına takılıp kendi gözümüzdeki mertekleri görememek acziyet ve cehaletiyle dostlarımızı, akrabalarımızı riyakarlık tuzağıyla birer kaybediyoruz. Böylece dünyayı anlamlandırma serüvenimizde kararmış kalplerle, körleşmiş vicdan arasına sıkışıp kalıyoruz.

Peki nasıl yapacağız?

Sosyopsikolojik problemlerimizin kaynağında irademizi kullanmadığımızı, menfaat ve bencillik duygularından kurtulmaya çalışmadığımızı, kolaycılığa kaçtığmızı düşünüyorum. İnsanın kendi özdenetimini sağlayabilmesi kuvvetli bir ruhsal gelişim gerektiryor. Bazı psikolojik rahatsızlıklarımızın bizi mengene gibi sıkıştırması, duygularımızı tanımamızı zorlaştırıyor. Çoğu zaman korku, kaygı, değersizlik gibi duygular bizi hata yapmaya zorluyor. Hassaten menfaat birlikteliği gereken akrabalarımız, iş arkadaşlarımız, komşularımıza empati yapabilme yeteneği geliştiremiyoruz.

Sağlam ve güvenilir bilgiye, aşkın bir Allah ve ahiret inancımızı gözden tekrar tekrar geçirmeye ihtiyacımız var. Bize samimi bir şekilde hatalarımızı söyleyebilecek dostlarımız olmalı. Ruh dünyamızı zenginleştirecek okumalar yapmalı, sağlam kaynaklardan beslenmeli, ölüm gerçeğinden uzaklaşmamalıyız.

Yine çok önemli bir psikoljik rahatsızlığımız olan ‘erteleme’ hastalığının teşhis ve tedavisi yoluna gitmeliyiz. Nasılsa yarın telafi ederim düşüncesi müslümanca bir düşünce değil. Mevlana “Dün geçti cancağızım, bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyor. Yarın ise meçhul, geleceği hakkında bir kuvvetli tezimiz yok.

Dünyayı daha iyi yaşadığımızı sandığımız, hatalarımızı normalleştirdiğimiz, hep başkalarının suçu, günahı ve ölümünü görmeye devam ettiğimiz sürece hem içimizdeki hem dışımızdaki savaşımız bitmeyecek.

Son okuyup beğendiğim bir cümle; “Bu kadar telaş bu göçebe ruha fazla değil mi?”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
14 Yorum