Bünyamin ZİLE

Bünyamin ZİLE

DÖNÜŞ…

Arabamla Ankara’dan Kazan istikametine doğru yol alırken içim garip duygularla doldu. Çok uzun yıllar olmuştu köyüme gitmeyeli. Kerpiç evlerini, toprak damlarını özlemiştim. Evin içinde o kireç kokusu, annemin kırlardan toplanan süpürge otundan yaptığı süpürgeyi ıslayarak ev süpürüşü ve süpürge otunun hoş kokusu bana ne büyük zevk verirdi. Çocukluğumda kışın ayalamayla toprak damdan kar küreyişim, bahar yağmurlarında toprak damları yuvayışım tatlı bir anı olarak yer almıştı belleğimde. 

Kazan’ın girişinden direksiyonu sağa kırdığımda artık köyümün yolundaydım. Kazan ne kadar da değişmişti. Yol kenarları fabrikalarla dolmuştu. Eski tarlalarda Geniş caddeler açılmış, kocaman kocaman apartmanlar yapılmıştı. Ortaokulda öğrenciyken, köye gitmek için araba beklediğimiz anlar geldi aklıma. Bulduğumuz kamyonun damperine nasılda hızla çıkardık. Ne büyük mutluluktu; köye gitmek için bir araba bulabilmek. Yine aynı mutluluğu yaşıyordum.

Çocukluğumda toprak olan köy yolu şimdi asfalt olmuştu. Kazan’ı çıkınca buğday ekilmiş tarlalar çıktı karşıma. Buğdaylar sararmış, başaklar altın rengini almıştı. Yer yer pancar, patates, domates ve nohut ekili alanlar gözüme ilişti. Ürün çeşitlenmiş, Bozkır daha da renklenmişti anlaşılan.

Yolun kenarında bir çeşmenin başında durdum. Buz gibi soğuk suyundan doyasıya içtim. Küçükken dedemle keklik avına gittiğimiz derecik çeşmesi geldi aklıma. Onun yumuşak, tatlı, insanın içine bal şerbeti gibi akan suyunu ne kadar da özlediğimi hissetim...

Artık köyüm görünmeye başlamıştı. İlk gözüme ilişen toprak damların yerini kırmızı gelincikler gibi süsleyen kiremitler kaplamıştı. Kerpiç evler yıkılmış betonarme evlerle dolmuştu güzel köyüm. Ama hala kokusu aynı duruyordu. Tezek kokusunu da özlemiştim doğrusu!..

 Bu yaz sıcağında içerisinde serin serin oturacağım bir kerpiç ev bulamayacağım diye korktum bir an. Halamların evin önüne geldiğimde gözlerim parladı. Sevinçten “işte bu” diye haykırdım. Kocaman iki katlı kerpiç ev duruyordu. Bu yaz sıcağında içi nasıl da serindi.

Benim doğduğum koca konak yıkılmış harabeye dönmüştü. İçim burkuldu. Gözlerimden iki damla yaş süzüldü yanaklarıma. Annem o evde gelin olmuş, kardeşlerim ve ben o evde doğmuştum. Konağın önünde; babamın diktirdiği takım elbiseyi giyip de tiftik keçilerinin içerisinde gezdiğim günler geldi aklıma bir an. Her köşesi Çocukluk anılarımla doluydu. Ergenlik çağımda ilk aşkımı o evin duvarlarına fısıldamıştım. Transistorlu Radyodan dönemin hafif müzik şarkılarını o evde dinlemiştim sabahlara kadar...  Hele babamın sabah erkenden kalkıp namazdan sonra aç karna bir demlik çayı içerken “Ankara Radyosu Yurttan Sesler Korosu”ndan dinlediği türküler… Ben ve kardeşlerim o türkülerle uyanırdık her sabah!

Şimdi o güzelim anılarımın hepsi konağın yıkıntıları altında esir kalmıştı. Sanki koca konak anılarımla beraber benim de üzerime yıkılmış, beni de esir almıştı!

O akşam halamlarda geceledim. Sabah güneş doğmadan evden çıktım. Güneşin doğuşunu seyretmeliydim. Sabahın serinliğini tenimde hissetmeliydim…

“Çayüstü”ne doğru yürümeye başladım. Güneş Mire Dağının ardından kendini göstermeye başladı yavaş yavaş. Güneşin ilk ışıkları kavrulmuş toprakla öpüşürken; toprak yeniden diriliyordu sanki… Bir sığırkuyruğunun yaprağındaki çiğ damlası mutluluk gözyaşı gibi toprağa pıt diye düşüverdi. Hava; sevinç çığlıkları, coşku ve umutla dolmuş, hafif bir rüzgar estiriyordu. Çayüstü şimdi ne kadar yeşil ve güzeldir diye düşündüm. Çayın hemen üstünde  köye doğru uzanan bu büyük düzlükteki verimli arazi tabiat ana kadar süslü ve tabiat ana kadar doğurgandı. Burası çayın suyuyla sulanırdı. Tütün dahil her şey yetişirdi bu arazide. Sabahın serinliğinde Dereboğazı’ndan aşağı inerken kafam bu düşüncelerle dolu idi. Su kanalının kenarında çaya kadar uzanan şeritte karşılıklı iki sıra söğüt ve kavak ağaçları diziliydi. Bir gerdanlık gibi. Sonra tarlaları sulamak için açılan arkların kenarları da bu ağaçlarla doluydu. Köyde herkesin bir mevye bahçesi vardı. Kiraz, vişne, elma, armut ağaçlarıyla süslenmişti Çayüstü. Ve herkesin bir sebze tarlası vardı. İçerisinde domates, biber, salatalık, patlıcan patates bamya, mısır gibi sebzeler bulunan. Kimi sadece kendi ihtiyacı için ekerdi. Kimisi de çok eker Ankara’da satardı. Yazın bir bayram yeri gibi olurdu. Yeşilin her tonuyla bezenirdi. Çıvıl cıvıl insan kaynardı. Düzlüğün her yerinden gelen at kişnemeleri envai çeşit kuş sesine karışırdı.

Bu düşünceler içerisinde Çayüstüne geldiğimi fark etmedim bile. Evet, Çayüstüne gelmiştim. Önce gözlerimi ovuşturdum. Ben nereye geldim. Yanlış mı geldim acaba diye. Hayır, yanlış gelmemiştim. Su kanalı toprakla dolmuştu. Tam Dil Çayır’a gelmiştim. Atları çaktığımız o çayırın yerinde yeller esiyordu. Gölgesinde oturduğumuz, dibinde kocaman ateş yaktığımız; közünde mısır közlediğimiz, patates gömdüğümüz, o koca söğüt ağacını aradı gözlerim. Ama nafile arayıştı bu. Koca söğüt çoktan mevta olmuştu. Tıpkı köyün bekçisi Abdullah amca gibi. Abdullah amca nerede gömülecek sarı patates var. Hangi tarladaki mısırın közlemesi tatlı olur bilirdi. Bizde gider getirir bu koca söğütün dibinde közlerdik. O kadar tatlı olurdu ki doymak bilmezdi nefsimiz. Sonra cilbedir oynardık. Elma ağacından yaş iken kesip, ateşte kızarttığımız ve üstüne yağ sürdüğümüz deyneklerimizle…

Düzlüğe şöyle bir baktım. Bir tek ağaç kalmamıştı. Bir tek yeşil yoktu artık. Kuşlar da terk etmişlerdi Çayüstünü. Çaya doğru baktım bükler de yoktu artık. Yoğun bir gürültü vardı. İş makinelerinin homurtusu geliyordu. Birde çayda kurulan devasa kum ocağında kum eleyen makinelerin gürültüsü…

Çay kenarına vardığımda bükler kalmamıştı. Düzlükteki tarlaların çoğu da altındaki kumu çıkarmak için yok edilmişti. Çay yatağı; kenarındaki tarlalarla birlikte kırk metre aşağıya inmişti. Kepçe oyuklarında derin sular birikmişti. Kenarlarında sazlıklar oluşmuştu. Sadece  angut kuşu kalmıştı bir. Hani efsaneye göre tek eşli olan ve eşi öldüğünde yedi sene yasını tutan kuş…

Paşanın Bükü aradı gözlerim ama nafile arayıştı bu! O da yok olmuştu. içerisi söğüt ağaçları ve böğürtlenlerle dolu ne güzel bir büktü; kenarında buz gibi bir kaynak suyu vardı. Kumu elimizle eşeleyince buz gibi su fışkırırdı. Çocukluğumda dedemle balık tutmaya gelirdik. Dedem tutuğu balıkları büke atar, benden çantaya koymamı isterdi. Canlı balıklardan korkardım. Dedem “kuma böle” derdi. Hemen kuma bölerdim. Korkmazdım o zaman. Paşanın Bükün kenarından akan çayda oluşan büvetin suyu ne kadar da serindi. üç adam boyu derinlikteki büvetin açık yeşil bir rengi vardı. İçerisindeki gaymer ve taş balıkları sürüler halinde ne kadar da hızlı yüzerlerdi. Yüzmeyi bu büvet’te öğrenmiştim. Büvet’te ki inlere dalıp çok balık tutmuştum. Bükün kenarında çapa yapan köylü kızlarla ilk göz süzüşmelerim, ilk cilveleşmelerimiz burada olmuştu. tuttuğumuz balıkları bu bükte yaktığımız ateşte kızartır ne güzel de yerdik. Hele bir keresinde balık tutarken sarı bir yılan bana bir karış mesafede kırmızı renkli kafasını uzatmış öylece duruyordu. Yılanı yakalayıp kuyruğundan sallayarak attığımda ağzından iki tane balık çıkmıştı. Her köşesi bir anı doluydu. Ama şimdi sadece zihnimde sisli kayıtları vardı…

Paşanın Bükten büyük bir acıyla ayrıldım. Daha görülecek çok yer vardı. Deli Gever. Mere Çayır, Katır Alanı gibi… Ama artık hiç biri kalmamıştı. Hepsi yok olmuştu. fazla durmak istemedi canım!

 Bir an önce buralardan uzaklaşmalıydım…  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.