Demokrasi ile diktatörlük arasında

Ülkemizin en büyük gruplarından Koç Holding'in onursal başkanı Rahmi Koç çalışma hayatında 50 yılını doldurmuş. 50. yıl vesilesiyle Capitol dergisinde kendisiyle yapılmış bir mülâkat yayınlandı. Orada kendi hayatından örneklerle gençlere bazı tavsiyelerde de bulunuyor Rahmi Bey.

Demokratik bir ülkede yaşayan ve bunun getirdiği nimetlerden yararlanan işadamlarının diktatörlüklere özeneceğini hiç düşünmezdim. Meğer en büyük sanayi gruplarımızdan birinin patronunun rol modeli olarak benimsediği Güney Kore'ymiş.

Ülkemizde 'Anadol' adıyla ilk yerli otomobili üreten Koç Grubu'nun onursal başkanı, otomotiv sektörünü örnek vererek, dünyada rekabet edebilmek için tek modelden en az 200 bin adet üretmek gerektiğini söylüyor. Sonra da şunları: “Bundan az ürettiğiniz zaman şansınız yok. Dolayısıyla iş hükümetin elinde. Biz maalesef Kore gibi yapamadık. Kore hükümeti, orada diktatörlük olduğu için dedi ki, 'Samsung sen elektronik yapacaksın. Hyundai araba yapacak. Falanca gemi yapacak.' Bizde ise demokrasi var dediler ve her isteyene otomobil üretme izni verdiler. Hiçbirimiz tam olarak yapamadık.”

Bugün ülkemiz belki de en çok sayıda otomotiv firmasına sahip; bu kadarı biraz fazla gerçekten. Ancak, bunu, büyük çapta, bu işe ilk başlayan grubun başka ülkelerde tedavülden kalkmış modelleri halkımıza lâyık görmesine borçlu değil miyiz? Kapılar rekabete açılınca dünya standartlarında otomobillere sahip olabildik; planlı ekonomi döneminde o standart halka sunulabilseydi belki bugün bu kadar çok sayıda marka üretimine maruz kalmayabilirdik.

Bu konuya girişimin sebebi, elbette kullanılan ve üretilen otomobillerin kalitesi değil. Bir büyük patronun 2008 yılında 'demokrasi' ile 'diktatörlük' arasında tercihte bulunması gerektiğinde gönlünde yatan aslanın hangisi olduğunu belli etmesi. “Demokrasilerde de daha planlı olunabilirdi” dese kimse fazla itiraz etmeyebilirdi; ancak görüyorsunuz, kendisine göre doğru olanın rengini belirtmekte hiç de zorlanmıyor önemli işadamı.

Dünyada ve ülkelerinde meydana gelmekte olan gelişmelerden rahatsızlık duyan kişiler, gruplar, zümreler yeryüzünün her tarafında bulunabilir. Sınırların gevşediği, mal, emek ve sermayenin serbestçe dolaştığı küreselleşme pek çok yerleşik düzeni sarstı. Bu sarsıntıdan kârlı çıkan da var, zararlı çıkan da. En zararlı çıkan kesim, hiç sanmayınız ki, parası bol olanlar; hayır küreselleşme en çok onların işine yaradı, yarıyor. Kaybedenler ise teknolojisi düşük işlerde çalışan emekçiler ile küçük üreticiler... Bu durumu adaletli bir hale getirmek için mücadele de veriliyor.

Ancak bu global gelişmede kazananlar tarafında bulunup da kendi ülkesinde eski düzeni savunana pek rastlanmıyor dünyada. Hele demokrasilerin insanların huzur ve mutluluğunu artıran, eşitlikçi ve teşvik edici yönleri en fazla iş dünyasının lehine ve bunu bir ideoloji olarak bellemiş ve yaygınlaştırmaya çalışanlardan geçilmiyor. Bizde ise en büyük gruplardan birinin en tepe yöneticisi hâlâ 1980 öncesi şartların rüyasını görebiliyor.

Başka ülkeler için geçerli olmayabilir, ama bizde büyük işadamlarının diktatörlük özlemi duymaları pek hayra alâmet sayılamaz. Geçmişte neredeyse bütün siyasal karmaşalarda, iş dünyası, güç karşısında kırılganlık yaşadı. Darbecilerin anılarından biliyoruz, askerleri yönetime el koyma konusunda sürekli tahrik ve teşvik edenlerin başında iş dünyasının önemli isimleri geliyordu. Yakın geçmişte de benzer uğursuz roller oynadıklarını hatırlıyoruz bazı büyük işadamlarının...

Diktatörlüğe övgü bir geçmişe nostalji midir? Verilen örnek yalnızca otomotiv sanayii ile mi sınırlıdır, yoksa bir beklentiye mi işaret ediyor? Demokrasi ile diktatörlük arasında tercih diktatörlükten yana kullanılınca, bu, iş dünyasının temel tercihlerini de etkiliyor mu?

Bu soruların cevabı Rahmi Koç'la yapılan mülâkattan alınamıyor, ama ülkedeki gelişmelere bakarak bir tahminde bulunmak o kadar da zor değil.

Önceki ve Sonraki Yazılar