Uğur CANBOLAT
Ücret Karşılığında Babalık ve Soğuk Günler!..
Biliyorum yazı başlığı şaşırtıcı… Olur mu öyle şey dedirtecek cinsten!
Babalarımız öncemizdir, öncekimizdir.
Önden giden bilincimizdir.
Bizden evvel görendir. Hayatın zahmetli yanlarını, can yakan kısımlarını…
Tecrübemizdir babalarımız kısaca.
…
Baba dendiğinde nedense zaman zaman aklıma ‘dürbün’ geliverir…
Alakasız gelecektir bu da size biliyorum ama söylemeden de geçemem. Baba bana hep bu çağrışımı yapar.
Dürbün bilindiği gibi uzağı yakın eder. Yakınlaştırır.
Bakışımızı netleştirir. Berraklaştırır. Tam seçemediğimiz belli belirsiz nesneleri yakınlaştırır gözümüze ve biz onları net görürüz.
Flu durumlar net hâle döner.
Babalar da böyledir işte benim anlam dünyamda…
Onların yaşanmışlıkları, tecrübeleri, hayata derin bakışları bizim henüz deneyimleyemediğimiz pek çok durumu sanki dürbünle bakmış gibi netleştirir.
Bizi pek çok yanlış karardan, hatadan ve acıdan uzak tutar.
…
Şu ana kadar anlattıklarımla ilk bakışta bağlantısız gibi görünen bir başka konuya temas edeceğim. Yazıyı sonuna kadar okuma sabrınız olursa durum açıklık kazanacak.
Bilindiği gibi bir haftadır İstanbul beyaza bürünüyor aralıklı da olsa…
Kar yağıyor. Kardan adamlar yapılıyor. Kartopu oynanıyor.
Çocuklar açısından daha keyifli olduğu da muhakkak… Onlar biz yetişkinlere göre karla oynamakta daha özgürler…
Biz de kartopu oynamayı deniyoruz. Yolda düşme tehlikesi geçirme riskimiz olsa da kaymaktan korkmuyoruz. Eldivenleri kullanıma sokuyoruz. Kaşkolları tekrar keşfediyoruz.
Pencere önünde eşimizle, dostumuzla yanında lokumu olan orta kahveler içiyoruz belki...
Kestanenin tadını yeniden keşfediyoruz.
Evet tüm bunları pek de keyifle yapıyoruz. Çok haz alıyoruz. Mevsimin tadını çıkarıyoruz.
…
Tablonun tümü mü dersiniz? Hayır!
Kışın bize keyifli gelen yanını hayal edemeyenler de var…
Hatta onlar için bu aylar ve özellikle soğuğun giderek arttığı şu günler çok daha tehlikeli ve korkutucu…
Hadiseye bir de evsizler açısından bakmamız gerekiyor.
Bizler pencereden kar manzaralarını seyrediyoruz. Hayaller kuruyoruz. Eski çocukluk günlerimizin hatıralarına gidip orada kayboluyoruz.
Acı kahvemizi çifte kavrulmuş bir lokumla tatlandırıyoruz. İki lafın belini keyifle kırıyoruz.
Ya onlar? Onlar ne yapıyorlar?
Acaba hangi risklerle yüz yüzeler?
Ne gibi endişeler taşıyorlar?
Nelerin korkusunu hissediyorlar derinden?
Soruların peşine takılırsak inanın bu yazı bitmez. Dilerseniz soruları bir yana bırakalım ve işin özüne odaklanalım!
…
Zaman empati zamanı… Yüreğimizi başkalarıyla ‘Eşduyum’a ayarlama vakti…
Acıları bölüşme, duyarlı olma demlerindeyiz…
Sokakta yaşayan evsizleri hatırlama, onlar hakkında iyi temennilerde bulunma ve niyaz etme zamanı…
Elimizden hiçbir şey gelmiyorsa bile bu konuda duyarlı olan bu alanda çalışan dernek ve vakıfların iletişim bilgilerini elde ederek sokakta gördüğümüz kişilere destek sağlamak için aramak gerek.
Hz. Mevlana'nın "Hz. Şems olmasaydı benim imanın olmazdı" demesi üzerine kendisine "Sen ondan ne öğrendin ki?" şeklindeki bir soruya; "Ben eskiden üşüdüğümde sobaya iki odun atarak ısınırdım. Şems sultan bana yer yüzünde bir tek insan üşüyorsa sen ısınamazsın dedi. Ben şimdi ısınamıyorum" tarzında özetleyebileceğimiz cevabı aslında hepimizi titretmelidir.
…
Biz üzülmeyi iyi beceren bir milletiz.
Ama bu yetmez. Asla yetmez. Üzülmekle, gözümüzden iki damla gözyaşı akıtmakla sadece vicdanımızı rahatlatabiliriz. O kadar. Bu belki kendimizi iyi bir avutma yöntemi olabilir. Ama soruna çare üretmez. En küçük bir yararı da olmaz.
…
Bugün bazı gazetelerde ve TV haberlerinde İstanbul Büyük Şehir Belediyesinin bu konudaki bir faaliyeti dikkatimi çekti. Sokakta donmaktan kurtarılıp Metin Oktay Spor Salonu’nda misafir edilen 312 kişinin haberi vardı. İçlerinde şehit çocukları da var, üniversite mezunu olanlarda.
Belediye sokaklardan topladığı bu insanları önce sağlık kontrolünden geçirmiş. Banyo yaptırmış. Elbise ve yemek ihtiyacını karşılamış. Bir süre burada misafir edilecekler.
Sonra durum eski haline dönecek…
Bir gazete bu durumu ‘Kar altında ibretlik hayat hikayeleri çıktı’ manşetiyle duyurdu. Önemli bir duyarlılık… Burada kalanlardan birisinin kısa hikayesi:
“ Hüseyin Karakoç. 18 yaşında. Babası 1997 yılında Hakkâri'de çatışmada şehit düşmüş, annesi amcasıyla evlendikten sonra Hüseyin, istenilmeyen çocuk olmuş. Ortaokula kadar yurtlarda kalmış. Okulu bitirdikten sonra annesi eve almayınca sokakların yolunu tutmuş. Havaların soğumasıyla birlikte o da diğer evsizler gibi kapalı spor salonuna sığınmış. Evsiz ve kimsesiz yaşlılara bu salonda yardım ediyor, yemek dağıtıyor. Bir süre bali kullanan ancak pişman olup daha sonra bırakan Hüseyin, Şehit düşen babama layık bir evlat olmaya çalışıyorum. En büyük hedefim ise babam gibi asker olmak. Bunun için açık liseye yazıldım ama param olmadığı için devam edemedim. İki yıl sonra askere gideceğim ve babam gibi asker olacağım diyor.”
…
TV’de seyrettiğim ilgili haberde ise muhabir bir başkasına soruyor.
-Çalışmak istiyor musun? Cevaplıyor.
-Evet çalışmak istiyorum. İlk maaşımı aldığımda yarısını yaşlı birisini bulup ona vereceğim. Bana bir haftalığına “Oğlum” desin. Sarılmama izin versin. Bu sözü duymak istiyorum. İnsanın babasının olması duygusunu bir hafta da olsa tatmak istiyorum. “Oğlum” kelimesini duymak, “Baba” demek istiyorum. Tek isteğim bunu duymak. Para vereceğim bunun için.
…
Hayat ne kadar çok zıtlığı barındırıyor bir arada.
Sahip olduklarımızın kıymetini bilme konusunda ne kadar hoyratız.
Hüseyin’in hikayesi ve ‘ücretli baba’ arzusu tadımı kaçırdı. Beni düşünceye sevk etti… Hayatı bir kez daha sorgulamamız gerektiğini düşündürttü.
Ücretle bir kişinin ağzından “Oğlum” kelimesinin duyulmak istenmesinin hedef olarak konulması şaşırttı. İrkiltti.
Ah hayat…
Ah…
NOT: İlgili Telefonlar: 444 2 566-153- İBB Beyaz Masa: 153 Zabıta: 0 212 521 84 65
HABER NAME/ 30.01.2012 canbolatugur@gmail.com/ https://twitter.com/ugurcanbolat
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.