Fatma Ç. KABADAYI
Siz Hiç Senaryo Yazdınız mı?
Senaryo Yazımı Dersine birkaç hafta önce başladık.
Konya Selçuklu Kongre Merkezinde Tiyatro Eğitimine ait derslerden biri. Hocamız Hüseyin ŞEN, konunun uzmanı. Hayatını buna adamış bir insan. Arşivinde on bin film, yazdığı ve Kültür Bakanlığından onaylı yedi film senaryosu var. İnsan onu dinlerken büyük bir derya olduğunu ilk dakikalarda anlıyor. Hele filmle ilgilenen izleyen biriyseniz o saatler nasıl geçiyor anlamıyorsunuz.
Bu güne dek bu konuyla ilgili sadece bir kitap okumuştum. Ferudun AKYÜREK’in senaryo Yazmak isimli eseriydi. Hocamız ilk derste kimin ne derece konuyla ilgili olduğunu öğrenmek adına sorduğunda bunu paylaşınca arkadaşı olduğunu da öğrendim. Dünya küçük. Bugüne dek sadece çocuk tiyatrosu yazmış olan ben, hocamızın öğrettikleriyle senaryo yazmaya karar verdim. Derste herkesle tek tek, cümle cümle ilgileniyor. “Seyirci filmde nedeni, nasılı merak eder, karakter analizi senaryodan önce yapılmalı, iyi bir senaryo yazmak elbet tecrübe işi ama yönetmenin filme katkısı yadsınamaz,” gibi cümlelerden sonra insan korkuyor elbette. Şimdilik bir kitabı senaryoya nasıl çeviririz, bir hikâyeden nasıl bir film senaryosu hazırlarız onlara yoğunlaştık ve çalışmalar başladı. Eskiden bir film izlerken kamera niçin oradan görüntülenmiş, o cümle oraya hiç olmuş mu, ışık ve ses iyi mi diye incelemekten filme konsantre olamazken şimdi de senaryoda çatışma yerli yerinde mi karakterlerin kişilikleri doğru sentezlenmiş mi vermek istenilen seyirciye verilebilmiş mi gibi meseleleri de düşünüp hiçbir şey anlayamayacağım filmden.
Ödevimiz bir hikâye yazmak ve onu senaryoya çevirmek idi. Ardından ilk çalışma olan sinopsis ortaya çıkarmaktı. Filmin özeti, geniş zaman kalıbıyla yazılacak, en çok üç sayfa kadar olacak. Dün yazıp götürdük. Kısaca filmin konusunu anlatınca Hüseyin Hocam öyle sorular sordu ki “aman bu seyirci de her şeyi merak eder mi?” diye geçirdim içimden. Eder, ben ederim. Mantık ararım.
Her şey emek istiyor, hocam hikâyemi beğendi, düşünmek, puzzle gibi her şeyi yerli yerine koymak gerekiyormuş. Bilmem yapabilir miyim? Mesela hikâyemdeki süre için “neden on iki saat, on iki saat seyirciye heyecan verse de yeterli değil, bir hafta olsun ve bu bir haftanın da mantıklı bir sebebi olsun” dedi. Olacak hocam, inşallah dedim. Umutluyum kendimden. Hatta öyle ince ayrıntılara değindi ki yok artık dedik arkadaşlarla, işte tecrübe ve bilgi… Ayakta, karşımızda… Bu bizim için bulunmaz bir nimet. Öğreneceğiz.
Birkaç değişiklik yaptığımız ve konunun başı olan hikâyemi sizlerle de paylaşmak istedim. Belki gün gelir, yazılır, oynanır ve izlenir. Belli mi olur?
BENİ İKNA ET
Elini uzattı. Bu köhne mahallenin, daracık sokağında güç bela bulup hatırladığı eski tahta kapıya vurup vurmamak adına kararsızlığı titreyen ellerinden belli oluyordu. Hemen hemen her parmağında yüzük vardı. Otuzlu yaşlarında uzun boylu, üçgen, endişeli yüzünü gören tedirginliğinden şüphe duymazdı. Aylarca, yıllarca onu düşündüğü yetmezmiş gibi zaman kazanmak belki de bu kararını yeniden gözden geçirmek ister gibiydi. Yer yer kıymıkları dışarı fırlamış kapının üzerindeki desenleri incelemeye koyuldu. Bu asırlık kapının ağacındaki desenler de tıpkı yüreğindeki sevdası ve anıları gibiydi. Uzun uzun baktı, baktı, baktı.
Anımsadı.
Yıllar öncesi… Onunla düğün davetiyesi seçmek için gittikleri reklamcıda hem kartlara bakıyor, hem de dükkân sahibinin görmediği anlarda Selim ile birbirlerine bakarak kur yapıp, arada göz kırpıyorlardı.
-Karar verebildiniz mi efendim?
İkisi aynı anda ellerindeki kartı uzatmış “Bu olsun,” demişlerdi. Üç kişi aynı anda kahkahaya boğulurken o anlar belirsizlikle kayboldu, kendine geldi.
Çalacaktı kapıyı. “Ben geldim,” diyecekti.
Çekinerek kapının tokmağını üç kez vurdu. Yüzüne korku eklendi. Kapıyı ve gönlünü yeniden açar mıydı, evde miydi yoksa bu şehirden gitmiş miydi, gitmediyse kendisini görünce ne diyecekti? Ya son görüşmelerindeki gibi bağırıp çağırırsa ya yıllar sonra durup dururken, her şey çoktan bitmişken yeniden geldiği için kızarsa ne yapardı?
O an yıllardır gözünün önünden hiç gitmemişti ki!
Tuttukları evin neredeyse her şeyini tamamlamanın mutluluğu ile son aldıklarını da yerleştirmek için birlikte gelmişlerdi. Kapıyı anahtarla açan Selim’in yere bıraktığı poşetler, anahtarı çevirirken kendisine gülümsemesi, elindeki yeni baharat takımı kutusu o anki heyecanlarına ortak oluyordu. Neşeyle girmiş, evi ilk kez görür gibi baştan sona süzmüş, masaya bıraktıkları paketleri açmış yerleştirmeye başlamışlardı. Bir süre sonra yüksek sesle birbirine bağırdıklarına inanamıyordu:
-Bir de seninle evlenmeye kalktım, Allah kahretsin beni! diyerek sevdiği kadının mutfak tezgahına silip dizdiği baharatlıkları teker teker yere atıyordu.
-Asıl ben hayret ediyorum kendime! Yuvamız olacak diye bu ev için çırpınışlarıma yazıklar olsun. Kadın aklı işte! Üstün zekâlıyım çünkü!
-Demek öyle… İstemiyordun madem neden bu zamana kadar bekledin, seviyorum dedin. Neden?
-Hıh, seni seveceğime duvarda sürünen kertenkeleyi severim!
Selim, yüzüğü çıkarıp yere fırlatmış “Sakın ola bir daha çıkma karşıma!” diyerek kapıyı tüm gücüyle çarpıp çıkmıştı.
Merdivenlere oturdu. Belki de evde yoktu. Burası Selim’e babasından kalan köhne iki katlı tahta bir evdi. Onun vefatından beri hiç bir şeye dokunmadığını defalarca anlatmıştı ona.
Artık gitmeliydi. Başını kaldırdı, gözyaşlarını sildi, çantasında mendil aradı, aradı aradı iyice karıştırdı.
“Bu çantada hiç bir zaman aradığı bulamam!” diye söylendi. Epey bir süre sonra peçeteyi çıkardığında parmağındaki yüzüklerden biri sıyrılıp yuvarlanarak sokağa doğru yuvarlanmaya başladı. Peşinden koşarak ilerledi. Pantolon paçası oradaki direğe takılıp yırtıldı, yüzüğü gözden kaçırmamak adına sadece bakıp önemsemeden ilerledi. Yüzük durdu, elini uzattı. Bir ayak, bir ayak daha. Erkek ayakkabıları. Yanında küçük bir kız ayakkabıları. Başını kaldırdı. Selim, üç yaşındaki bir kız çocuğunun elinden tutuyordu.
Göz göze geldikten sonra yüzüğü alıp ayağa kalktı. Sendelemişti. Sersem gibiydi. Evlenmiş miydi yani? Çocuğu bile olmuştu demek? İlk cümle Selim'den geldi;
“O Mısır çarşısından aldığın yüzük değil miydi?” Elinde tuttuğu yüzüğe baktı. Beraber almışlardı. Hatta iki saate yakın çıkamadığı takıcıda sabırla bekleyen Selim’e yol boyunca ne kadar anlayışlı olduğunu yineleyip durmuştu.
“Evet” dedi kekeleyerek.
“Yüzüğe kendinden iyi bakmışsın!”
“…”
Cevap veremedi. Dili tutulmuş gibi yere oturmuş Selim’e bakıyordu. Ve yanındaki kıza.
“Ne işin var burada?”
“…”
“Karşıma çıkma demiştim!”
Ayağa kalkmaya çalıştı, sendeledi, düştü. Küçük kız gülmeye başladı. Selim’in bakışıyla sustu, ağzını utanarak kapattı.
“Ne işin var diye sordum?”
“Belki yeniden… Deneyebiliriz, yani şey, ikimize bir fırsat daha versek mi diye düşündüm. O yüzden…
Hemen cevap verme… Zaman…”
Selim, önce küçük kıza, ardından uzaklara baktı.
“Sana yirmi dört saat süre veriyorum, beni ikna et, edebilirsen belki yeniden deneriz,” dedi ve tahta kapıya doğru yol aldı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.