Recep KOÇAK
Şifahanelerimize Yolculuk
Araştırmacı yazar Abdullah Kılıç’ın “Anadolu Selçuklu Osmanlı Şefkat Abideleri, ŞİFAHANELER” adlı son eseri bir belgesel araştırma kitabı olarak yayınlanmıştır. Kitap 336 sayfa, kuşe kağıda lüks baskılı ve sıvama sert kapak ciltlidir. Dili İngilizce ve Türkçedir. Görsel zenginlik içinde anlatılmıştır. Tıp tarihimiz ve kültür tarihimizin bu önemli abidelerini kamuoyuna tanıtmak ve bir belgesel bırakma amacını taşımaktadır. Tıp tarihi, kültür tarihi ve mimarlık tarihi açısından ele alınan önemli bir kültür belgeselidir.
Yazar Kılıç kitabı şöyle takdim etmektedir:
Yüzyıllar boyunca Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında karşılıksız hizmetin abideleri olarak mektep, medrese, kervansaray, hamam, cami, aşevi gibi sayısız vakıf eserleri yaptırılmıştı. Temelini inancından alan iyilik mayasıyla yoğrulmuş Anadolu, baştan başa çeşitli şefkat âbideleri ile donatılmıştı. Bunlardan birisi de şifahanelerdi. Bu müesseselerde hangi din, dil ve ırktan olursa olsun insanlar ücretsiz tedavi ediliyordu. Şifahaneler, döneminin hastane yapılarıydı. Gelip geçen yolcu, tüccar, garip ve kimsesizler için yaptırılmış şifa evleriydi.
İslâm medeniyeti döneminde şekillenen ve hastane görevini yüklenen dârüşşifalar, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam etmişti. Şifa evi, şifa kapısı, sıhhat yurdu, sağlık yurdu olarak anladığımız şifahaneler, genellikle “dârüşşifa” olarak anılmakla beraber tarihin çeşitli devirlerinde ve değişik coğrafyalarda bîmarhâne, mâristan, dârülmerza, dârülâfiye, dârüssıhha, şifahane, bîmâristan, dârüttıb, şifaiyye, tımarhane olarak da adlandırılıyordu.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde sultanlar ve devletin ileri gelenleri tarafından belli merkezlerde inşa edilen ve zengin vakıflarla desteklenen dârüşşifalar, bir hayır kurumu olarak devlete yük olmadan yüzyıllarca halkın sağlığına hizmet etmişlerdi. Avrupa’da, hastaların manastır köşelerinde rahipler tarafından tedaviye çalışıldığı bir dönemde, İslâm âleminde hastaneler, din farkı gözetmeksizin hizmet veren müesseseler olarak çalışmaktaydı.
Anadolu’da Beylikler döneminin hüküm sürdüğü, Osmanlı’da Orhan Gazi’nin sultanlığı dönemine raslayan 1330’lu yıllarda, Anadolu’ya gelen ünlü seyyah İbn Battûta Seyahatnâme’sinde, şifahanelerin de yapılmasına temel teşkil eden, Anadolu’daki müslüman Türk kültürünün kökleri üzerine oldukça önemli bilgiler vermektedir. Battuta, kitabımızda konu ettiğimiz şifahanelerin de bulunduğu birçok şehri gezmişti. Seyahatnâmesi’nde gittiği her yerde beyler, ahali ve ahî teşkilatları tarafından son derece güzel misafir edildiğini anlatmakta, yapılan iyilikler karşısında hayretler içinde kaldığını söylemekte ve duygularını şöyle ifade etmektedir.
“Şunu özellikle belirtmeliyim ki Bilâd-ı Rûm denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Cenâb-ı Hak dünyanın öteki ülkelerinde ayrı ayrı ihsan ettiği güzellikleri burada topyekün bir araya getirmiştir. Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir. Yemekleri ise çok nefistir. Burada yaşayanlar Allah’ın en şefkatli kulları olup onlar için, ‘Bolluk bereket Şam’da, şefkat ise Bilâd-ı Rûm’dadır’ denilmiştir. Bu ülkede bir zâviye ya da bir eve indiğimizde komşularımız kadın olsun erkek olsun derhal durumumuzu soruştururlardı. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar. Ayrılacağımız sırada sanki akrabaymışız gibi bizimle vedalaşırlar ve bu ayrılıktan duydukları üzüntüyü göz yaşları ile ifade ederlerdi”
Evliya Çelebi de XVII. yy.da Osmanlı dârüşşifalarının birçoğunu gezmiş, Seyahatnâme’sinde bu şefkat yuvalarının işleyişi hakkında fikir sahibi olabileceğimiz önemli bilgiler vermiştir. Mesela Fâtih Dârüşşifası’ndan söz ederken “Dersiâm, hekimbaşısı ve cerrahbaşısı vardır. Gelen ve giden yolculardan bir âdem haste-hâl olsa tımarhaneye (hastane) getirüp ana hizmet ederler. Vaziyetine münasip ilaçlar verirler. Sırmalı ve ipekli gecelikleri vardır. Her gün iki kez hastalara çeşit çeşit lezzetli yemekler pişirirler ve dert sahiplerine yemek dağıtırlar. Vakfı öyle kuvvetlidir ki mutfağında keklik, turaç ve sülün kuşlarının eti bulunmaz ise bülbül, serçe ve güvercin pişüp hastalara verile diye evkâfnâmelerinde yazılmıştır. Hastalara ve divanelere def’i cünûn içün mutrıbân, hânendegân tayin olunmuştur. Ve avretler ve kefereler içün başka bir köşe tımarhanesi vardır” demektedir.
O dönem İslâm ülkelerini gezen Batılı seyyahları da en çok şaşırtan ve hayran bırakan müesseselerin başında dârüşşifalar gelmekteydi. Seyyahların da canlı şahitleri oldukları bir devrin şefkat abideleri şifahaneleri konu alan bu çalışmamızda, şifahaneleri derli toplu bir kitapta anlatarak hem yeni nesle tanıtmak hem de geleceğe küçücük bir belge bırakmak istedik. Muhakkak eksiğimiz vardır ama elimizden geldiği kadar şifahaneleri doğru bilgi ve belgeler ışığında anlatmaya gayret ettik.
Kitaba, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde XII. yüzyıldan XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar yapılan, bugünkü sınırlarımız içinde olan ve ayakta kalabilen, bilinen, şifahane yapıları alınmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra yapılanlar ise artık hastane adını almakta ve modern pavyon sistemine göre yapılmaktadırlar. Bu yeni dönemde askerî hastaneler, tıp fakülteleri, Kızılay hastaneleri, sivil hastaneler, karantinalar yapılmıştır. Bu yapılar bizim konumuz dışında olup ayrı çalışma alanlarıdır.
Kitabımızda yer alan şifahaneler, tıp tarihi, sanat tarihi ve kültür tarihi açısından bir bütün olarak ele alınmıştır. Mevcut yapıların tamamı yerinde incelenmiş, yeni tespitler kaydedilmiştir. Metinler yerinde incelemeler sonunda görerek yazılmış ve fotoğraflarla desteklenmiştir.
Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’da uygulanan tıp ve şifahanelerle ilgili genel bilgiler kitabın başında bir miktar verilmiş, devamında ise tek tek şifahaneler anlatılmıştır. Tabii ki bu sahada söylenecek çok söz vardır, ancak biz burada sadece şifahane yapıları özelinde bilinen ve yeni tespit edilen bilgi ve görsellere yer verdik. Özellikle günümüzün takdim anlayışına uygun görsel zenginlik içerisinde güzel fotoğraflarla ve güzel bir tasarımla sunmaya çalıştık. Kitabın tamamını, kapağından son sayfasına kadar bir bütün olarak ele alarak, aynı üslup, ifade ve görsel anlayışla tasarladık.
Ayakta kalabilen eserleri tek tek incelediğimiz seyahatimizdeki tespitlerimizi de bir belge olması niyetiyle “Şifahanelere Yolculuk“ adıyla girişte yazdık.
Bu gezi sırasında da sanki 13.yüzyıla gitmiş, eserleri yapanlarla iletişim kurmuş ve doğrusu çok etkilenmiştik. Bu insanların nasıl bir ruh halleri olmalıydı ki ellerindekini bağışlamalı ve bunu yaparken de son derece mütevazi olmalı, kendilerini hakir diye tanıtmalıydılar. Yapılan iş te ne kadar doğru ve kuvvetli bir yatırım ki biz hala 21. yüzyılda eserlerinin başına gidiyor ve onları hayırla yad ediyorduk. Belli ki dünyalık beklentilerin üstünde çok daha kuvvetli bir karşılık ümitleri vardı. Galiba onları anlıyorduk.
Detaylarını kitabımızın sayfalarında bulabileceğiniz kültür tarihimizin bu şefkatli yüzünü oluşturan o hayır eserlerini yapan, bugüne kadar devamını sağlayan, bugün de geleceğe aktarmak için gayret gösterenleri muhabbetle yad ediyorum. Ne mutlu ebedi hayatları için tükenmez bir hazine bırakabilenlere...
…
Kitaba dair fikir vermesi için yazarın şifahanelere seyahatlerinden bir örnek;
“Osmanlı şifahanelerine doğru yolculuğumuzda ilk durağımız, Edirne...
21 Mayıs 2012 Pazartesi günü Sultan II. Bayezid Dârüşşifası’nı ziyaret için Edirne’ye vardığımızda bizi üstat Ratıp Kazancıgil ile Nilüfer Gökçe hanımefendi karşıladılar. Gün boyunca dârüşşifa ve tıp medresesinde beraberce incelemelerde bulunduk. 1973’ten bu yana yapının geçirdiği değişimlerin canlı şahidi olan, ihya edilmesinde büyük emekleri geçen Kazancıgil o güzel üslubuyla bize tarihî binaları oda oda gezdirdi. Çeşitli tamirlerle yeniden ayağı kaldırılan bu tıp sitesi, bugünkü hizmet biçimi olan müze haliyle beraber, gördüğümüz şifahaneler içinde en düzenli ve amacına en uygun kullanılmakta olanıydı. Günümüzde dünyanın her yerinden gelen ziyaretçiler bu müstesna Osmanlı tıp sitesini ziyaret etmektedirler. Külliyenin ve özellikle de şifahane ve medresenin kendine has huzur veren o hoş havası hâlâ sürmektedir. Bir yanda tedavide kullanılan su ve musiki sesi de yankılanmaya devam ediyor.
Ziyaretimiz esnasında güzelim şifahane bahçesinde Ratıp hocaya burasının uzun hikayesini anlattırarak kayda aldık. Şifahane ve tıp medresesinde çekimler yaparken zamanın nasıl ilerlediğini fark edemeden geçmiş ile bugünü aynı anda yaşayarak fevkalâde hoş duygularla incelememizi tamamladık.
23 Mayıs 1484’te II. Bayezid tarafından dualarla temeli atılan, içinde cami, aşevi, medrese gibi birçok yapı bulunan külliye 1488’de tamamlanmıştır. Darüşşifa külliyenin bir parçası olup cumhuriyete kadar da hizmetine devam etmiştir. Evliya Çelebi burayı görmüş ve gördüklerini bize aktarmıştır.
Şifahane, 1. avlu, 2. avlu ve ana bloktan oluşmaktadır. Klasik Osmanlı medrese planına uygun olarak, avlunun etrafında revaklar revakların arkasında da odalar sıralanmıştır. Kapalı ana blok ise yükseltilmiş kasnaklı bir kubbeyle örtülmüş altıgen bir mekandan oluşmaktadır. Esasen tedavinin yapıldığı hasta odalarının bulunduğu hatta musikiyle tedavinin yapıldığı ana bölüm burasıdır. Şifahaneye kuzeybatı köşesinden bağlanan tıp medresesinde ise tıp öğrencilerinin yetiştirildiği, yanındaki şifahanede uygulamalı eğitimin verildiği anlaşılmaktadır.
Osmanlının bu ayakta kalabilen en mükemmel darüşşifasını güzel duygularla geride bırakarak, Selimiye’ye de kısa bir ziyaretten sonra aynı günün gecesi Edirne’den dolu dolu Osmanlı zaman dilimini yaşamış olarak ayrıldık. Buradan aklımızda kalan, tıp sitesinin, insan merkezli hizmet duygusunun bugüne kadar taşındığını görmek ve buraların ihyasına çalışan fedakâr insanlarla tanışmak oldu…”
Araştırmacı yazar Abdullah Kılıç’ı bu güzel çalışmasından ötürü tebrik ediyorum. Kılıç, 8 ay üzerinde çalıştığı "Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Şifahaneleri" adlı belgesel çalışması üzerine 23 Ocak 2013 Çarşamba saat 08,30’da TRT Haber’in canlı yayın konuğu olacaktır. İlgilenenlerin dikkatine sunuyorum.
(Kitapla ilgili iletişim kurmak isteyecekler için Abdullah Kılıç; 0216 523 92 96)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.