xxxx1
“Serseri mayın” ya da “püsküllü belâ”
Kimi, nasıl ve ne zaman vuracağını; kimin başına ne tür “çoraplar öreceğini” kestiremezsiniz. Tam bir “püsküllü belâ”dır artık o. Atsanız atamazsınız, satsanız satamazsınız…
Güneydoğu'daki mayınlardan mı bahsediyorum? Tabiî ki, bilemediniz. Kimden bahsediyorum, öyleyse? Elbette ki, “serseri mayın”dan… Peki, kim bu “serseri mayın”? Şaşıracaksınız ama; “Türkiye” tabiî ki!
Türkiye'nin kendi elleriyle “kendi damarlarını keserek” kendisini “serseri mayın”a dönüştürdüğünü, “intihara kalkıştığını” ne kadar fark edebiliyoruz acaba?
Mayınları kimin temizleyeceği, mayın temizleme faslında ne tür abrakadabra oyunlarının oynandığı meselesinden daha yakıcı bir meseleden bahsediyorum. Mayın temizleme “iş”inin neden bir ânda içinden çıkılmaz bir hâl aldığını, tam bir yılan hikâyesine dönüştüğünü de ifşa eden hayatî bir meseleden. Sonuçta, Türkiye'yi “püsküllü belâ”ya dönüştüren bir traji-komediden.
Bölgeye mayınların döşenmesi, bizim “serseri mayın”lığımızın kaçınılmaz bir sonucu çünkü… Düşünsenize… “Mayını kime temizletsek?” vaziyetlerinden, “benim mayıncım, senin mayıncını temizler” vaziyetlerine gelmiş durumdayız!
Peki, komik bir durum mu bu? Hayır! Aksine, traji-komik!
Bölgeye mayınları bizim döşememiz, traji-komikliğin en basit faslı aslında. Asıl traji-komik fasıl, bütün bir Türkiye'nin “mayınlı arazi hali”ne dönüştürülmesidir: Bizim kendi ellerimizle, bir marifetmiş gibi, bizi biz yapan her şeyi “püsküllü belâ” olarak görüp, bizim tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figürana dönüşmemize yol açacak kadar bu toplumun yüzyılların birikimi, mücadelesi ile oluşturduğu kurucu değerlerini ve iradesini, yaratıcı ruhunu ve dinamiklerini sanki ülkeyi mayınlardan temizliyormuşçasına dinamitlemeye, temizlemeye kalkışmamızdır asıl traji-komik olan.
Atam yani Osmanlı, “insanlığın son adası” olarak görüyordu kendisini: Haklıydı böyle görmekte: Zira Batılılar, kendilerini uygar, kendileri dışındaki herkesi barbar olarak görerek ve -tıpkı bugün “dünyaya demokrasi getiriyoruz” diyerek istedikleri yeri işgal etmeye kalkışmaları gibi- dün “size uygarlık getiriyoruz” diyerek dünyayı parselleşmişler, medeniyetlerin kökünü kazımışlar, kendisi olarak, kendi inançları, ilkeleri, değerleri doğrultusunda yaşama ve varolma hakkını elinden alarak önce insan soyuna yapılabilecek en soysuz cinayetleri işlemişlerdi, şimdiyse birbirlerine girmek için birbirlerinin “arazi”lerini “mayınlamakla” meşguldüler: O nedenle Osmanlılar, dayandığı ahlâk / vicdan, adalet ve estetik ilkelerinin insan olmanın, bu dünyada insanca yaşamanın vazgeçilmez ilkeleri olduğunu bildikleri için, kendilerini insanlığın geleceği, “son ada”sı olarak görüyorlardı.
Atamın çocukları, neseplerini, sebepsiz yere, sudan bahanelerle inkâr ettiler: “Damarlarını kestiler”! Osmanlı atamın onca kan, onca gözyaşı dökerek bize ruh üflesin diye diktiği “anıtları”, “mayınlı arazi” ilan ettiler ve bütün izlerini silmeye yeltendiler!
Ama atamın kökünü kazıyan Batılılar / özellikle de İngilizler, tarihi yapanlar olarak tarihin nasıl yapıldığını bildikleri için, atamın neseplerini inkâr eden çocuklarının bir gün neseplerini ve düşüş sebeplerini hatırlayacaklarından emindiler: O yüzden Türkiye'ye hep kuşkuyla baktılar: Türkiye'yi, adına bu kez sekülerleşme denen ve dokunanı başkalaştıran, soysuzlaştıran, kişiliksizleştiren “mayınlı arazi”ye dönüştürdüler el altından; ama Türkiye hâlâ “püsküllü belâ”ydı: Ne yapacağı belli olmayan, “serseri mayın”ı andıran bir başbelâsı.
İşin asıl traji-komik tarafı, tam da burada gizli: Batılılar da, nesebini inkâr eden biz de, bizi biz yapan dinamikleri, yani “kendi”mizi “püsküllü belâ” olarak görüyorduk!
Biz Doğu'da kendi ellerimizle döşediğimiz mayını, “yamyamlardan yamyam beğenme” oyunu oynarcasına nasıl temizleteceğimiz meselesi üzerinde traji-komik şekillerde birbirimize gireduralım… Ama Türkiye'nin nasıl olup da aslâ kendi hâline bırakılmaması gereken bir “serseri mayın”a dönüştürüldüğü, kontrol altında tutulması gereken bir “püsküllü belâ” olarak görüldüğü ve bunun bize de benimsetildiği meselesi üzerinde de kafa patlatmaktan geri durmayalım lûtfen…
Güneydoğu'daki mayınlardan mı bahsediyorum? Tabiî ki, bilemediniz. Kimden bahsediyorum, öyleyse? Elbette ki, “serseri mayın”dan… Peki, kim bu “serseri mayın”? Şaşıracaksınız ama; “Türkiye” tabiî ki!
Türkiye'nin kendi elleriyle “kendi damarlarını keserek” kendisini “serseri mayın”a dönüştürdüğünü, “intihara kalkıştığını” ne kadar fark edebiliyoruz acaba?
Mayınları kimin temizleyeceği, mayın temizleme faslında ne tür abrakadabra oyunlarının oynandığı meselesinden daha yakıcı bir meseleden bahsediyorum. Mayın temizleme “iş”inin neden bir ânda içinden çıkılmaz bir hâl aldığını, tam bir yılan hikâyesine dönüştüğünü de ifşa eden hayatî bir meseleden. Sonuçta, Türkiye'yi “püsküllü belâ”ya dönüştüren bir traji-komediden.
Bölgeye mayınların döşenmesi, bizim “serseri mayın”lığımızın kaçınılmaz bir sonucu çünkü… Düşünsenize… “Mayını kime temizletsek?” vaziyetlerinden, “benim mayıncım, senin mayıncını temizler” vaziyetlerine gelmiş durumdayız!
Peki, komik bir durum mu bu? Hayır! Aksine, traji-komik!
Bölgeye mayınları bizim döşememiz, traji-komikliğin en basit faslı aslında. Asıl traji-komik fasıl, bütün bir Türkiye'nin “mayınlı arazi hali”ne dönüştürülmesidir: Bizim kendi ellerimizle, bir marifetmiş gibi, bizi biz yapan her şeyi “püsküllü belâ” olarak görüp, bizim tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figürana dönüşmemize yol açacak kadar bu toplumun yüzyılların birikimi, mücadelesi ile oluşturduğu kurucu değerlerini ve iradesini, yaratıcı ruhunu ve dinamiklerini sanki ülkeyi mayınlardan temizliyormuşçasına dinamitlemeye, temizlemeye kalkışmamızdır asıl traji-komik olan.
Atam yani Osmanlı, “insanlığın son adası” olarak görüyordu kendisini: Haklıydı böyle görmekte: Zira Batılılar, kendilerini uygar, kendileri dışındaki herkesi barbar olarak görerek ve -tıpkı bugün “dünyaya demokrasi getiriyoruz” diyerek istedikleri yeri işgal etmeye kalkışmaları gibi- dün “size uygarlık getiriyoruz” diyerek dünyayı parselleşmişler, medeniyetlerin kökünü kazımışlar, kendisi olarak, kendi inançları, ilkeleri, değerleri doğrultusunda yaşama ve varolma hakkını elinden alarak önce insan soyuna yapılabilecek en soysuz cinayetleri işlemişlerdi, şimdiyse birbirlerine girmek için birbirlerinin “arazi”lerini “mayınlamakla” meşguldüler: O nedenle Osmanlılar, dayandığı ahlâk / vicdan, adalet ve estetik ilkelerinin insan olmanın, bu dünyada insanca yaşamanın vazgeçilmez ilkeleri olduğunu bildikleri için, kendilerini insanlığın geleceği, “son ada”sı olarak görüyorlardı.
Atamın çocukları, neseplerini, sebepsiz yere, sudan bahanelerle inkâr ettiler: “Damarlarını kestiler”! Osmanlı atamın onca kan, onca gözyaşı dökerek bize ruh üflesin diye diktiği “anıtları”, “mayınlı arazi” ilan ettiler ve bütün izlerini silmeye yeltendiler!
Ama atamın kökünü kazıyan Batılılar / özellikle de İngilizler, tarihi yapanlar olarak tarihin nasıl yapıldığını bildikleri için, atamın neseplerini inkâr eden çocuklarının bir gün neseplerini ve düşüş sebeplerini hatırlayacaklarından emindiler: O yüzden Türkiye'ye hep kuşkuyla baktılar: Türkiye'yi, adına bu kez sekülerleşme denen ve dokunanı başkalaştıran, soysuzlaştıran, kişiliksizleştiren “mayınlı arazi”ye dönüştürdüler el altından; ama Türkiye hâlâ “püsküllü belâ”ydı: Ne yapacağı belli olmayan, “serseri mayın”ı andıran bir başbelâsı.
İşin asıl traji-komik tarafı, tam da burada gizli: Batılılar da, nesebini inkâr eden biz de, bizi biz yapan dinamikleri, yani “kendi”mizi “püsküllü belâ” olarak görüyorduk!
Biz Doğu'da kendi ellerimizle döşediğimiz mayını, “yamyamlardan yamyam beğenme” oyunu oynarcasına nasıl temizleteceğimiz meselesi üzerinde traji-komik şekillerde birbirimize gireduralım… Ama Türkiye'nin nasıl olup da aslâ kendi hâline bırakılmaması gereken bir “serseri mayın”a dönüştürüldüğü, kontrol altında tutulması gereken bir “püsküllü belâ” olarak görüldüğü ve bunun bize de benimsetildiği meselesi üzerinde de kafa patlatmaktan geri durmayalım lûtfen…