A.Kerim KARAAĞAÇ
RABBİ'MİZ AKLIMIZI YERİNDE KULLANMAYI NASİP EYLE
Askere gitmiştim, iki aylık eğitim döneminin ardından çekilen kurada bana Niğde’nin Bor kazası (600. Levazım Ana depo ve fabrika) çıkmıştı.
Orada kiralık olarak tuttuğum evin hemen yanında Bor’un büyük hastanesi vardı. Geceleri bazen acil durumlar için bana haber ediyorlar, ben de dişi ağrıyan hastalara yardımcı oluyordum.
Diş ağrısından daha çok, başka şikayetlerle gelen hastalar oluyordu. Bor’da kaldığım süre içerisinde hastanede ilk defa unutamayacağım bir tablo yaşadım. Acil servis, benim diş muayenesi yaptığım yerin hemen yanındaydı. Bazen benim işim bitiyor ama, acil servise gelenler ve doktorlar arasındaki ilişki, geçen hadiseler benim çok dikkatimi çekiyordu. Acile gelenler, diş için gelenlerden çok farklıydı. Can derdindeydiler.
Her hastanenin acil servisinde olduğu gibi, burada da nöbet hareketli geçiyordu. Orada bana sorumluluk düşmese de, sadece olup bitenleri dikkatlice izlemek bana da tecrübe kazandırıyordu.
Saat gecenin bir buçuğuydu. İki bayan, kollarından tuttukları, 16-17 yaşlarında, esmer, topluca bir delikanlıyı hastaneye getiriyordu. Delikanlının babası olduğu anlaşılan bir bey arkalarından soluk soluğa geliyor, bir yandan da şöyle sesleniyordu:
-Kurtarın yavrumu, kurtarın çocuğumu!
Nöbetçi doktor, gecenin yorgunluğuyla gömüldüğü koltuğundan doğruldu. Bu arada hemşireler yeni gelenleri karşılıyordu. Adam konuşmaya devam ediyordu:
-Doktor bey, oğlum intihar niyetiyle ilâç içmiş. Annesi fark edince, hemen
getirdik.
-Aldığı ilâçlar yanınızda mı?
Adam, ceketinin ceplerinden hap kutularını çıkarıp doktora gösterdi.
-Şu haptan on beş-yirmi tane, şundan on kadar, şundan da üç-beş tane içmiş.
-Ne zaman içtiğini biliyor musunuz?
-İki saat kadar olmuş.
Doktor hap kutularını uzun uzun inceledikten sonra, bir delikanlıya, bir de kutulara baktı. Ardından kafasını sağa sola sallayıp yüzünü buruşturarak:
-Hımm! Yazık, çok yazık!
Aile endişe ve merak içinde, doktorun bir şeyler söylemesini bekliyor ama, doktordan ses çıkmıyordu. Bense, gencin midesini yıkayacaklarını düşünüyordum. Kısa süren bir sessizlik, babanın sorusuyla bozuldu:
-Ne yapacağız doktor bey?
Doktorun yüzü gerginleşti. Bakışlarını ümitsizce kaldırdı. Dudaklarını ısırdı. Başını çaresizce sağa sola salladı. Elleriyle de çaresizlik işareti yaptı. Ağzından dökülen son sözler, hasta ve yakınları için kurşun gibiydi.
-Üzgünüm! Yapılacak bir şey yok. Hem bu ilâçlar... Üstelik de geç kalmışsınız.
Ben göz ucuyla aileye baktım. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılmış, beti benzi atmıştı. Delikanlının yüzü korkuyla gerilmişti. Annesi ve kız
kardeşinin desteğiyle ayakta zor duran delikanlı, birden doğrulup pür dikkat doktora baktı. Doktorun ifadelerindeki kesinliği ve yüzündeki ciddiyeti görünce sarsıldı. Dizlerinin bağı çözülmüşçesine kendini yere bıraktı. Aile fertlerinin ayakta duracak mecalleri kalmamış olacak ki, her biri bir kenara çöktü. Baba ve anne, bir şeyler mırıldanıyorlardı. Uzun süren bir suskunluk ve şaşkınlıktan sonra:
-Ne olacak doktor bey? Hiçbir şey yapamaz mısınız?
-Artık çok geç. Bu durumda maalesef bir şey yapamayız. Yapsak da yararı olmaz. Herhalde bir saate kadar hastayı kaybederiz. Gene de hastayı müşahede altına alalım.
Ben de en az aile kadar şaşırmıştım. Delikanlının yüzüne bakıyordum. Ölüm endişesi ve ümitsizlik, iliklerine kadar işlemiş gibiydi. Kendimce neler hissettiğini düşündüm. Ölüme bu kadar yaklaşmak, gerçekten zor bir durum olmalıydı. Hem, insan bir saat sonra öleceğini bilse neler düşünür, neler hisseder, neler yapardı? Aslında her birimizin, ölüme bir saat yaklaşacağı an gelmeyecek miydi? Hayatın karmaşa ve med-cezirleri arasında, ölüm gerçeğini nasıl da atlıyor veya kendimize uzak görüyorduk. Şimdi bu delikanlı, geçmişini, arkadaşlarını, ailesini düşünüyor olmalıydı. Veya ölümden sonraki hayatı; yani bir saat sonrasını... Belki de arkasından neler düşünüleceğini, konuşulacağını... Halbuki ne kadar çok plânı vardı. Şimdi ise, o plânları düşünmek bir yana, son saatini nasıl geçireceğine dair doğru düşünme melekesini bile kaybetmiş gibiydi.
Diğer taraftan, hayat devam ediyordu. İçeride yatmakta olan bir hastanın yakınları doktora bir şeyler sorarken, sedye ile bir hasta daha getiriliyordu. O ara başka bir doktor kapıdan içeri giriyordu. Biliyorum, sohbet için geliyor. Az ötede, hemşirelerin küçük teybinden, bir arabesk parça yükseliyor: Batsın bu dünya! 'Hayatla ölümün iç içeliği galiba bu.' diyorum kendi kendime.
Baba toparlandı. Yalvaran bir eda ile sorusunu tekrarladı:
-Hiçbir şey yapamaz mısınız doktor bey? Hiç mi ümit yok?
İçeri yeni giren doktor, kaş-göz işaretiyle ne olduğunu sordu. Doktor ayağa kalkıp kesin bir ifade ile cevap verdi:
-İntihar girişimi doktor bey. Geç kalmışlar maalesef. Durum da ciddi. Yapılacak bir şey kalmamış. Sonra raporunu tanzim ederiz.
Söylenenleri dikkatle dinleyen delikanlıyı ölüm gerçeği ile yüzleşmek ürkütmüştü. Pişmanlık duygusu içerisinde ve titrek bir sesle doktora; 'Kurtulmak için ne yapmak gerekiyorsa yapmaya hazırım. Ne olur doktor! Beni kurtarın, ölmek istemiyorum! ' dedi. Doktor oralı bile olmadı. Ölüme bu kadar yakın bir kimseyi daha önce hiç görmemiştim. Üstelik çok da gençti. Hayalen morga gidip, gencin otopsisini düşünüyorum. Demek, karşımda duran bu diri beden birazdan ölecek, otopsi için açılacak ve biz bir rapor tanzim edip bırakacağız! Hayat ve ölüm... Yaşamak ve ölmek... Genç olmak, yaşlı olmak, hayatı anlamak, ölümü benimsemek... Hayatı ölüme bir girizgah olarak değerlendirebilmek... Ölüme her an hazır olmak... Veya kendini hazır hissetmek... Kısacası ölümü kuşanmak... Hayata ve ölüme anlam kazandırmak... Bir sürü düşünce beynime doluşuyor.
Doktor oradan uzaklaştı. Ben de peşinden gittim. Biraz acemilik kokan bir tavırla sordum:
-Doktor bey! Serumla bol mayi verip, bir yandan da idrar söktürücülerle kanını temizleyemez miydik?
Doktor dönüp, gözlerimin içine baktı:
-Kardeşim görüyorsun, burada ayakta zor duran yaşlılar bile biraz daha hayatta kalmak için mücadele ederken, bu delikanlı daha on yedi yaşında ve intihara kalkışıyor. Ölmek istiyorsa, neden ona mâni olalım? Biraz isteği ile baş başa kalsın bakalım. Ölüm ne imiş, hayat ne imiş düşünsün!
Yaşamanın değerini, ailesine ne kadar acı çektirdiğini fark etsin! Dahası Allah'ı hatırlasın; kul olmayı... Ölümü ve sonrasını da tabii ki... Arkasından, beni bir kez daha şaşırtan bir kahkaha atıp şöyle dedi:
-Yoksa, sende mi inandın öleceğine?
-Ne yani, delikanlı ölmeyecek mi?
Gülerek, ilaç kutularını gösterdi. Elindekiler, vitamin hapı, öksürük kesici ve balgam sökücülerdi...
Ben, hastanın intihar için içtiği hapları görmemiş ve doktor arkadaşın da bu kadar rahat oluşuna çok şaşırmıştım.
Siz siz olun bu heyecanları hem kendinize, hem ailenize yaşatmayın. İntihar edenin heyecanı burada bitmeyecek tabii ki, ebedi alemin heyecanını daha dehşet yaşayacak Allah korusun.
Dt. Abdülkerim Karaağaç
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.