Öyle

At binmeyi özledim.

Çoktandır binmiyorum.

Kışın, ağaçların arasından sızan güneş ışıklarıyla cam çubuklar gibi parlayan buz tutmuş dalların altından zaman zaman başını eğerek geçmek zorunda kaldığın karlı orman patikalarında dörtnala koştururduk atları.

Kar tozlarından beyaz bir bulut bırakırdık arkamızda.

Sessizliğin içinde sadece nal sesleri duyulurdu.

Rüzgârın ve soğuğun uğultusunu hissederdik kulaklarımızda.

Kayıp, atla beraber ağaçların üstüne doğru uçmamak, bir patika kıvrımında dizginlere hâkim olamayıp devrilmemek için bütün dikkatimizi harcardık.

Sonra o keskin soğuğun içinde her yanından buharlar fışkıran atlarımız ve aniden ayazı hisseden terlemiş bedenlerimizle bir su kıyısında dururduk.

İçine Irısh Cream ve viski karışımı doldurduğumuz mataralarımızı çıkarır, dizginleri gevşetip sadece at binerken içtiğimiz bu “savaş içkisinden” içerdik.

Konuşmazdık.

Ormana yayılan o sessizliği hiç bozmaz, kenarları donmuş küçük göle, buzların arasından yükselen yeşil kamışlara, çıplak ağaçların altında yumuşacık ipeksi kıvrımlarıyla uzanan karlara bakardık.

Üşümeye başladığımızda aramızdan biri “hadi” derdi.

Mataralarımızı yeleklerimizin cebine koyar atlarımızı topuklayıp ani bir dörtnala kalkardık.

Ormanın kenarındaki kulübeye döndüğümüzde atları ahırlara bırakır, taş şöminenin karşısındaki koltuklara oturur, çizmelerimizi ateşe uzatırdık.

At koştururken kulaklarımıza dolan uğultu epeyce sonra geçerdi.

Rüzgârın o sesini özledim.

Kulaklarımdaki kışkırtıcı uğultuyu.

İnsanın hayatında çeşitli dönemler oluyor ve o “anda” yaşadığını bazen bütün bir hayat sanıyorsun, at koşturur gibi kendi hayatını koştururken duyduğun uğultu seni sarhoşlaştırıyor, hayatın kat kat açılan bir kumaş topu gibi açıldığını unutuyorsun.

Hayatı, insan yaşadıklarıyla değil de özledikleriyle fark ediyor bazen.

Ne yaptığını, ne yaşadığını kavrayabilmek için durman gerekiyor.

Özlemek, geçmişe bakmak, hatırlamak, dörtnala koşan bir atı durdurup etrafa bakmak gibi.

Karlı bir ormanı, deniz kenarındaki bir kumkuat bahçesini, yabancı diyarlarda bir otel odasını, mercimek filizlerinin bir su gibi dalgalandığı Mezopotamya’yı, dağları, salaş bir balıkçıyı, görkemli bir toplantıyı, geniş avenüleri, yolları kaybolmuş köyleri hatırlıyorsun.

Kalabalıkları ve ıssızlıkları hatırlıyorsun.

Terlemiş bir alna çarpan serin rüzgâr gibi iyi geliyor hatırlamak.

Koşmanın tadını en çok durduğunda fark ediyorsun.

Biraz önceki dörtnalda yaşadıklarının tadına varırken biraz sonra yeniden dörtnala kalktığında yaşayacaklarını da düşünüyorsun.

Hızla giderken bir ağaca sürtünerek geçtiğinde, atın nalları bir dönemeçte etrafa karlar fışkırtarak kaydığında, dizginleri, içinden bir ateş boşalırken topladığında kısacık bir an yaşayıp, hemen ardından gelen bir başka tehlike nedeniyle unutmak zorunda kaldığın heyecanı, durduğunda bir kere daha ve bu kez hakkını vererek yaşıyorsun.

Koşmayı, heyecanı, kulaklarımdaki uğultuyu seviyorum.

Durmayı, hatırlamayı, özlemeyi de seviyorum.

Durmadığımda koşmanın lezzetini ve yarattığı kamaşmayı, koşmadığımda durmanın getirdiği heyecan dolu sükûnetin tadını anlamıyorum.

Koşmalı bazen, bazen de durmalı.

Hatırlayıp özlemeli.

Son zamanlarda çok koşup az duruyorum.

Hayat bir uğultuya döndü neredeyse.

Kulaklarımda hep o sevdiğim rüzgâr.

Ama kıyıları buz tutmuş sakin bir göle bakar gibi başka hayatlara bakacak, onları hatırlayacak, hayat denen şeyin sadece yaşanan andan ibaret olmadığını anlayacak kısa molalara da ihtiyaç var.

Durup baktığında, hatırladığında, özlediğinde, geçmişi ve geleceği gördüğünde, başka hayatların, başka dünyaların farkına vardığında yaşadıkların daha bir anlam kazanıyor.

Koştuğun o karlı orman patikasının yeryüzündeki tek yer olmadığını ama o anda o patikada olmayı, o ağaçların arasından süratle geçmeyi sevdiğin için orada bulunduğunu anlıyorsun.

Yaşarken hissedecek zamanı pek de bulamadığın birçok duyguyu durunca yaşıyorsun.

Durmak ise hatırlamakla, özlemekle mümkün.

At binmeyi özledim.

Buz tutmuş dalları, atların arkasından yükselen kar bulutlarını özledim.

Kumkuat bahçelerini, parlak ışıklı geniş caddeleri özledim.

Burada olmam, oraları bilmediğimden değil.

Ama burada olmanın tadını da oraları bilmeden, hatırlamadan çıkaramam.

Koşmayı severim.

Durmayı da severim.

Biri olmayınca öbürünün bir anlamı da olmuyor zaten.

Önceki ve Sonraki Yazılar