Fatma Ç. KABADAYI
Otoparkçı (1)
“Sağ yap, sağ yap… Gel abi, gel, topla. Tamam.”
Beşinci minibüs de girmişti parka. Anahtarlar teslim edildi, şoförler otoparktan uzaklaşırken Hilmi’nin yüzü asıktı yine. Şişman suratındaki siyah bıyıklarını eliyle ovalayarak yazıhanesinin kapısını açarak söylendi;
“Üç saat için araba bırakırlar bir de sıkı sıkı tembihlerde bulunurlar!”
Hilmi eskimeye yüz tutmuş koltuğuna geçmek için yan yan yürüdü, şu odayı da ne diye daracık yaptırmıştı ki sanki? İri bedenini koltuğunun üzerine bıraktıktan sonra masasının üzerinde bulunan kalemlikten bir kalem alıp arabaların plakalarını not düştü.
34 MC, 34 KCF…”
“Millet ne rahat, turist gezdiriyor, yiyip içip geziyor, biz de dört duvar arasında pisliklerini yıkamakla uğraşıyoruz… Onca yoldan gelmiş de bir paspasını dahi çırpmamış pasaklı herifler, bari bir ön camını peçeteyle siliver, kirden yolu nasıl gördünüz be! Bir de turist gezdiriyor utanmadan! Para verecek ya, iyice kokutup gelmiş!”
Hilmi yine tersinden kalkmıştı sanki. Bugün her şeye söyleniyor, merhaba diyene dahi kızacak yer arıyordu.
Mustafa’nın içeri girmesiyle ellerini ovuşturmaya başladı, bir şikâyeti olsa da dövsem şunu der gibiydi.
“Usta… Dolmuşları yıkayalım mı?”
Kendine hâkim olmalıydı Hilmi. Bu Mustafa zaten ne zaman kendi fikriyle hareket etmişti ki? Ne zaman bir işi söylemeden yapmıştı? Yedi yıldır aynıydı O. İş buyurmazsan eve gidene kadar yıkama yerinde oturur, arada aynaya bakıp saçını düzeltirdi. Yirmi birine geçen ay girmişti, mahalleden bir kızla bakıştıklarını Selim ve Ahmet’e anlatırken duymuştu geçenlerde. Tek amacı onunla sevgili olabilmek olan Mustafa’nın işte de gözü yoktu oldu olası. Sık sık yakışıklı olup olmadığını sorar olmuştu arkadaşlarına. Hatta bir kere de Hilmi’ye soracak olmuştu da son anda bakışlarından korkup konuyu değiştirmişti.
Hışımla ayağa kalktı;
“Yok oğlum yıkamayın! Oturun, keyfinizi sürün! Lan delirtmeyin adamı be! Duymadın mı müşteriyi, temizlenecek demedi mi?”
“Dedi de abi…”
“Eee… Ne bekliyorsun, noter tasdiki mi? Hadi lan, yürü git! Adamı hasta etmeyin!”
Yedi yıldır Hilmi’den duymadığı hakaret kalmayan Mustafa başını öne bile eğmeden kapıyı çekip çıktı. Hilmi ‘La havle vela kuvvete illa billahi aliyyil azim…’ diyerek mırıldanırken telefon çaldı. Sesine uzun süre katlanamayacağı için ikinci çalışına fırsat vermeden ahizeyi kaldırdı.
“Alo?”
Sinirli ses tona alışkın olan biriydi arayan. Eşiydi. Kıyma yollamasını, kendisinin çıkamayacağını söylüyordu. Hilmi’yi sinirlendirmek için herkes el birliği mi yapmıştı yoksa? Olağanca gücüyle bağırıyordu telefonda. Biraz daha bağırsa zaten eşi evden duyacaktı. Ses tonu her kelimesinde biraz daha yükseliyor, dili kelimeleri çıkarırken birbirine dolaşır gibi oluyor, yutkunmak için kendine fırsat vermediğinden tükürükleri dudak dışına taşıyordu.
“Be kadın, yarım kilo kıymayı alamayacak kadar aciz misin? İşimiz başımızdan aşkın burada. Asansöre binip inmeye mi üşeniyorsun? Ne tembel kadınmışsın be! Ne demek giyinip, çocuğu hazırlamak uzun iş? Kadın! Yapma yemek memek, istemez! Tamam, uzatma, öğleden sonra yollarım. Gecikirse git kendin al!”
Telefonu kapattı. Eşi hâlâ konuşuyor olmalıydı, keza Hilmi de öyleydi. Epeyce kendi kendine söylendikten sonra bir peçete alıp alnındaki teri sildi. Buradaki elemanların davranışları yetmiyor gibi eşi de tuz biber oluyordu kızgınlığına.
Mustafa içeri girmiş ustasına sesleniyordu;
“Usta, sabah parkedilen arabaları çıkışa yaklaştırdım, Ahmet üç taksiyi temizlemiş, hazır dedi, dolmuşların dördünü de yıkama yerine yaklaştırdım.”
“Beşincisi?”
“Anahtar yok usta!”
(Devam edecek…)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.