Mehmet Feyzi Efendi

Asrımızın Büyük Müceddid’ in 'Sır Katibi'ydi.

Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerinin varis-i mutlakı…

Çanakkale'de yani en çok şehit  veren şehirde doğmuştu.

Üstadı Kastamonu’dan gidene kadar yedi yıl gece-gündüz hep hizmetinde bulundu.

Büyük üstadına Risale-i Nurları hem Arapça, hem de Latince olarak iki defa okuma şerefine nail olur.

Ayrıca bir önceki asrın müceddidi Mevlana Hali Bağdadi'nin cübbesini giymek ve üstadına giydirmek nasip olur kendisine.

Bu iki şeyle çok çok iftihar ettiğini söylerdi.

Ayetü’l Kübra ve Münacaat gibi iki tefekkür şaheseri bu topraklarda yazılmıştı.

On yedi bin evliyayı bağrında yetiştiren bir toprakta büyümüştü.

Şapka inkılabının bu topraklarda başlatılması tesadüfi değildi.

Frenk adetinin, burada ki halka kabul ettirilmesi demek, bütün halkın kabulü demekti.

Nitekim de halk tarafından müthiş bir direnç baş göstermiş, karşı çıkan âlimler ve feyizli kimseler, Nasrullah Camisi'nin avlusuna kurulan darağaçlarında asılmıştır.

Avlu dar geldiğinden, bitişikteki dereye kurulmuştu darağaçları…

Üstadı, bir tek kendisine müsaade etmişti geceleri yanında kalması için…

Üstadının geceler boyu yanık zikir seslerine, münacat ve niyazlarına, dua ve yakarışlarına şahit olur.

Üstadının mektuplarına ve bir çok hallerine vakıf olduğundan, kendisine “Sır Katibi” denmişti.

Üstadının mektuplarını, yazılarını, risaleleri tashih ettiğinden, çoğu kez ocağa koyduğu yemeği unuturdu.

Üstadının şahsi hizmetleriyle de ilgilenir, tırnaklarını kesmeye, kuluncunu ovmaya kadar bir çok hizmetlerinden dolayı iftihar ederdi.

Üstadının, hasta olduğu zamanlar da bile geceler boyu evrad ve ezkarını terk etmediğini, dua ve okumalarını ihmal etmediğini görür ve hayret ederdi.

Çok sevdiği üstadını, Kastamonu’ ya 1940 yılında yeni atanan Vali Mithat Altıok, valilik makamına çağırtarak, biraz gözdağı vermek ister. Vali tehditvari ifadeler kullanmış…

Sabrı kalmayan üstadı, sesinin son perdesiyle işaret parmağını da kullanarak bağırır:

“Mithat! Sizin korktuğunuz ölümle bizim ki arasında incecik bir perde vardır. Onu da yırttık mı daha hiç bir şeyden korkmayız!”

Vali, korkar, neye uğradığını şaşırır, ziline basar ve “Hoca Efendiyi götürün!” diyebilir ancak.

Üstadıyla bazen, tefekkür ve tenezzüh için dağa çıkardı. Kendisi yaya, üstadı ise at üzerindedir.

Her zaman olduğu gibi, o günde de kendisi bir eliyle atın yularını tutarken, diğer eliyle üstadının Arapça yazılmış eserlerinden birinden ders okumaya devam eder.

Yine bir gün, üstadıyla beraber, üstadı siyah bir atın sırtında, kendisi de yularını tutarak Hacı İbrahim Dağı'na doğru yol alırlar. Bir elinde yular, diğer eliyle de üstadına kitap okur. Üstadı, kendisinin okuduğu yerleri ezberinden tashih eder.

Böyle bir anda, okuduğu satırların manalarında derinleşirken, atının ipi elinden kayıp gider, gözünü kaldırıp baktığında ne atı, ne de üstadını görür. Üstadı atla beraber sırlara karışır. Sağa sola bakar, arar, fakat kimseyi göremez.

Kendini bir telaş ve korku alır.

Beklerken, kulağına atın nal sesleri gelir, fakat yine kimseyi göremez.

Bu hal bir müddet devam eder. Sonra bir anda üstadı, atla beraber yanı başında beliriverir.

Şaşkınlıktan dona kalır. O üstadına bakarken, üstadı da atın sırtında bir şey demeden kendisine tebessüm etmektedir.

Hiç unutamadığı hatıralardan biri olup, çok defa anlatacaktır bunu.

Bir gün üstadı, bal kabının dibini parmağıyla sıyırıp, ağzına uzatınca, hem balı yalar, hem de üstadının parmağını ısırır. Kaşlarını çatan üstadı, bir tokat akşeder yüzüne. Üstadı Celal sıfatıyla kendisine tecelli eder. Daha sonra ısırmasının bedeli olarak ön dişleri düşer. Dişlerini tamir ettirmez.

Bir dönem evinin bir köşesinde inzivaya çekilir. Cuma günleri hariç, hiç dışarı çıkmaz. Sadece ziyaretine gelenleri kabul eder.

Eve kapandığı bu dönemde, dışa açık bir penceresi olmayan karanlık bir oda da iki yıl hiç dışarı çıkmadan risale yazar.

Yazdığı risalelerden biri de Yirmi Dokuzuncu Söz’dür. 

Bahçesinde, üstadı ile oturup ders yaptığı yeri, daha sonra oda haline getirip, bütün misafirlerini orada kabul edecek ve dersleri de orada yapacaktır.

Gençliğinde sokağa çıkarken hava yağışlı olsun olmasın, şemsiyesini eksik etmezdi. Na-mahreme ve harama bakmamak içindi.

Bir gün hastanede bir hemşire hanım tansiyonunu ölçerken, kendisinin yüzüne bakmaz, başını yan tarafa çevirir hemşire hanım. “Ne o kızım? Yoksa bende utanacak bir hal gördün de mi yüzünü çeviriyorsun?”

Hemşire hanımın yüzü kızarır ve utanarak: “Hayır efendim! Başım açık olduğu için sizden utandım” der.

1983 yılının Ocak ayında kısmi felç geçirir. Sonra felçten nasıl iyileştiğini şöyle açıklar:

“Rüyamda kapı çalındı. Kapıyı açtım. Yüzü peçeli bir zat, elinde bir şırınga vardı. O iğneyi felçli tarafıma batırdı. Sabah kalktığımda kolumun iyileştiğini gördüm.”   

Çocukluk, gençlik, askerlik, hapishane hayatı dahil, yüzüne hiç ustura vurdurtmamıştır. Yani sakalını hiç tıraş etmemiştir.

Hatta Afyon hapsinde üstadıyla beraber yatarken mahkumları tıraş etmek için sıraya sokarlar. Kendisi de sıradadır.

Üstadı da yukarıdan, kaldığı tecrit odasının penceresinden kendisine endişe etmemesi anlamında el sallamış.

Sıra kendisine geldiği anda, dört-beş kişinin katili olan bir mahkum ileri atılır ve: “Heyt! Bu sümbül gibi sakalı kesecek olanın ben başını keserim” der.

Ve sakalına dokunamıyorlar. Ayrıca sakalı bir dereceye kadar büyüdükten sonra hiç uzamıyor.

Risale-i Nurları yazan, fakat çok sigara içen birine şunu söyledi: “Kardeşim! Küfr-ü mutlak zamanı. Karşımızda küfr-ü mutlak varken, sigarayla uğraşacak vaktimiz yok!”

Yakınlarından biri, kendisi için vefat ederse, biz kime dert anlatmaya, çare aramaya gideriz diye içinden geçirir. Hemen ona dönerek: “Kardeşim, eğer bir sıkıntınız olursa, kabrime gelip bana anlatırsınız!” der.

Hakkında yazılacak ve konuşulacak bir çok şeyler olmasına rağmen, şimdilik bu kadarla iktifa edelim diyoruz.

Eh artık kendisine bir de Fatiha okursak yazıyı yazmanın ve okumanın ücretini ödemiş oluruz.

                     

Önceki ve Sonraki Yazılar