Bilgin ERDOĞAN

Bilgin ERDOĞAN

Meal: İlahî Kelamı Anlama Çabası

Meal: İlahî Kelamı Anlama Çabası

Kur’an’ın okunması onun lafız, mana, maksat bütünlüğü içinde idrak edilmeye çalışılmasıdır. Vahyin lâfzı, onun orijinali yani lafz-ı muhkemidir. Manası onun tercümesi maksadı ise onun açıklamasıdır.

Kur’an’ın lafz-ı muhkemi ilahî koruma altında olduğundan onun üzerinde tahrif yapılması söz konusu olmaz.

Ancak onun, insan idrakinden ve tefekküründen mahrum edilerek okunması masum gibi görünen bir ihanettir. Akif’in şu mısraları duygularımıza tercüman olur adeta:

Lafz-ı muhkemidir yalnız anlaşılan Kur’an’ın

Kaydında değil hiçbirimiz mananın

Ya bakar geçeriz Nazm-ı Celil’in yaprağına

Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına

İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin

Ne mezarda okumak ne de fal bakmak için

Ölüler dini değil, sen de bilirsin bu din

Diri doğmuş duracak dipdiri durdukça zemin

İlahî kelâm’ın tefekkür edildiği takdirde güç olduğu Haşr Sûresi’nde söyle ifade edilir: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağa indirmiş olsaydık, onun Allah’a saygıdan boyun eğmiş bir halde şerha şerha yarılıp eridiğini görürdün. İşte bu türden temsili anlatımları, insanların önüne belki düşünürler diyekoyuyoruz” (Haşr Sûresi, 59/21).

Bu âyette, dağlar gücü temsil etse de vahyin gücü karsısında iki büklüm olacakları insan idrakine sunularak, dağlar iki büklüm oluyorsa, dağ gibi gördüklerinizin vahyin gücü karşısında iki büklüm olmaları mukadderdir, denilmektedir. Evet, insan ya Ömer bin Hattab misalinde olduğu gibi vahyin sesini duyar duymaz onun karşısında iki büklüm olacak ve Hakk’a teslim olacak veya Velid bin Muğire misalinde olduğu gibi tarihin çöplüğüne gark olacaktır. Velid bin Muğire vahyi sığ düşündüğü için idrak edememiştir. Vahiy bu mevzuu şöyle dillendirir: “Çünkü o (vahiy hakkında), sığ ve yanlış düşündü, ölçüp biçti. Canı çıkasıca nasıl da ölçüp biçti” (Müddesir Sûresi, 74/18–19).

Vahyin inşa ettiği insan olabilmenin yolu ise vahyi Velid bin Muğire gibi tefkir etmek (yüzeysel ve sığ okumak) değil, onu ashab-ı kiram misali tefekkür etmektir (derinlemesine düşünmektir).

Vahyin Okunması Onun Anlaşılması Demektir ve Meal Bu Evrensel Mesajı Anlama Gayretidir

Vahyin okunması demek onun anlaşılması demektir ve “İkra” hitabının muradı bundan başka bir şey değildir. Evet, vahiy okunmalıdır ve bu okuma İslamoglu’nun ifadesiyle hem lafız, mana, maksat bütünlüğü içinde hem de tefekkürün çeşitleri olan, tedebbür, tezekkür, taakkul ve tefakkuh süreçlerinden geçirilerek olmalıdır. Bu bağlamda meal, lafzın manası ve altındaki dipnotlar ise onun maksatlarını teşkil eder. Bu şekilde okunmadığı takdirde vahiy kelâm olmaktan uzaklaşır. Zira daha önce de değindiğim gibi kelâm herhangi bir söz değil güçlü ve tesirli olan sözdür.

Vahyin güç ve tesir icra edebilmesi için evvela insanın aklına hitap etmesi çok mühimdir. Said Nursî’nin isabetle buyurduğu gibi “Pis kafa temiz kalbi kirletir.” Cafer bin Ebi Talib’e nispet edilen o söz ne kadar doğrudur: “Akıl insanın içindeki peygamber ve peygamber insanın dışındaki akıl”…

Akıl ile vahiy arasındaki ilişki göz ile ışık arasındaki ilişkiye benzetilir. Göz olmadan ışık, ışık olmadan göz, vahiy olmadan akıl, akıl olmadan vahiy hükümsüzdür veya tesiri çok sınırlıdır. Said Nursî, "Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir [dinî ilimlerdir]. Aklın nuru fünûn-u medeniyyedir [modern fenlerdir]. İkisinin imtizacı ile hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder [uçar]. İftirak ettikleri [ayrıldıkları] vakit, birincisinde taassub; ikincisinde hîle, şübhe tevellüd eder." diyerek aklın ve vahyin birlikte çalışması gerektiğini isabetle vurgulamıştır.

Mustafa İslamoğlu, “Akıl zaruriyata, nas haciyata ve duygu tahsiniyata tekabül eder” diyerek vahyin akıl ve duygu ile beraber okunması gerektiğini en veciz bir hiyerarşik anlatımla dile getirmiştir. Bu bağlamda duygunun da önemini hatırlatmamız gerekir. Zira göz ve ışık bakmaya yarar ancak görebilmek için duyguya da ihtiyaç vardır.

Aliya İzzetbegoviç “Kur’an edebiyat değil hayattır” der. Dolayısıyla Rabbimizin muradı vahiy isimli değere bakmak değil onu görmek ve bunun sonucunda hayatımızı inşa etmektir.

Vahyi Tefekkür Ederek Okumak

Vahyi anlama çabası nübüvvetle yaşıttır. Zira vahyin ilk emri “İkra” yani okumak ve anlamaktır.Darü’l-Erkam’da Allah Rasulü (s) ve etrafındaki ashabın vahyi tertil ile okumasını onun sindire sindire okunması olarak anlamak durumundayız. Abdullah bin Mesud’a bir sahabi, mufassal sûreleri bir gecede okuduğunu söyleyince o söyle der, “Desene şiir okur gibi okumuşsun.” Dolayısıyla vahiy şiir okur gibi okunmamalı ancak idrak etmek için tefekkür ederek, bu âyet bana nasıl hitap ediyor diyerek okumaya çalışmalıdır.

Mesela Rabbimiz, Kur’an’da Neml Sûresi’nin 18. âyetinde “Süleyman’ın ordusu karınca vadisine ulaştığında bir karınca söyle dedi; Ey karıncalar derhal yuvanıza girin yoksa Süleyman ve ordusu sizi farkında olmadan ezebilir”. Şimdi bu âyet ancak tefekkür süzgecinden geçirilerek bize hitap edebilir. Yoksa bir masal gibi okunur geçer. Oysa bu âyet çok derin bir emanet bilincini bizdebilerken, hem dünya lideri olacak Süleyman’a hem de daha sonra Medine site devleti lideri olacak Allah Resulü’ne ve hem de onun şahsında tüm ümmete liderlik dersi vermektedir. Bir karınca, karınca milletine sahip çıkıyorsa biz de insan olarak insanlık ailesine sahip çıkmalıyız seklinde birvicdanî gerilim uyandırır bu âyet... Sadece bu âyet anlaşılsa belki insanlık bir metafizik gerilime girecek ve halife olduğunu tekrar hatırlayarak tüm masumların, mazlumların ve mustaz’afların müdafii olacaktı.

Tekvir Sûresi’ndeki “Toprağa gömülen bu kızlar hangi suçundan dolayı öldürüldü” âyetini şayet okuduğumuzda tarihe gidip sadece orda kalıyor ve tedebbür ederek bugüne gelmiyorsak vahiy hayat değil edebiyat olarak kalacaktır. Oysa bu âyet tedebbür edilirse o dem bu âyet, insanlığın yüreğinde bir feryada dönüşecek ve bu haykırış organ mafyalarının içinde, mektep önlerindeki fuhuş mafyasında, kanlı kürtaj masalarında aranacak ve vahyin diretici soluğu hayatın hersahasında şifa olacaktır. O dem her hafız bir muhafız kesilecek ve belki asr-ı saadet tekrar gelecektir.

Abese Sûresi’nin ilk on âyeti, tefekkür gözüyle okunsa ve Allah Rasulü’nün Mekke’nin elitlerini İslam’a davet etmekle meşgulken, gözleri görmeyen gariban bir engelliyle ilgilenemediği için yerlerin ve göklerin Rabbi tarafından tazir edildiği hatırlansa ve bu olay tefekkür edilse belki bugün zengin-fakir, güçlü-güçsüz, engelsiz-engelli, kodaman-isçi ayrımcılığı yaparak sınıf farkı var etmeye çalışan zihniyetin önüne set çekilmiş olacaktı. Kur’an’ın takipçileri çağın Velid bin Muğirelerine, Umeyye bin Haleflerine veya Rahip Bahiralarına ve hatta Necaşilerine vakit ayırdığı kadar mahallerindeki Abdullah İbn-i Ümm-i Mektumları bulacak ve o dem yetimhanelerdeki gözü yaşlı çocukların, huzur evlerindeki yalnızlık ve terk edilmişlik sancısıyla kıvranan yaşlıların veya hapishanelerin soğuk köşelerinde Allah’ı tanımaya çalışan garibanların ve hatta fuhuş batakhanelerinde fahişe erkeklerin elinde sermaye haline getirilen kadınların yardımına, yüreklerine iman kıvılcımları sıçramış insanlar koşacak, göklerin ve yerlerin yaratıcısı Rahman ise bundan hoşnut olacaktı.

Vahiy, lafız-mana ve maksat bütünlüğü içinde okunduğu takdirde insanları pasif ve edilgen bir nesne olmaktan kurtarıp hayatın içinde aktif ve etkin bir özne kılar.

Avam kamarasında İngiltere’nin sömürge valisi Gladston, Kur’an’la kürsüye gelerek “Bu Kur’an Müslümanların elinde olduğu müddetçe, biz onlara hâkim olamayız, ne yapıp edip bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut Müslümanları ondan soğutmalıyız” deyince bu söz Said Nursî’nin içinde fırtınalar koparır ve Tahir Paşa’ya dönerek “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu tüm dünyaya ispat edeceğim” der. Buraya kadarını bilenler bilir. Ancak ben burada önemli bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bediüzzaman bundan sonra ne yapmıştır? Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu nasıl kanıtlamaya çalışmıştır ve önce nerden başlamıştır, bu nokta önemlidir. Onu, orijinal kılan nokta buradadır. O, zamanındaki diğer ulemadan farklı bir yöntem tutmuş ve vahyin maksadı olan imanın yüksek hakikatlerini tefsir etmiştir. Vahyin lâfzını talim ettiren bir tecvid kitabı yazmak yerine vahyin maksadı olan imanın yüksek hakikatlerini şerheden risaleler kaleme almıştır. Zira o bir davetçidir ve davetçi önce akıllara hitap ederek işe başlar.

Tarih boyunca çeşitli meal çalışmaları olmuştur. İlk meal çalışmasının sadece Fatiha Sûresi olarak Selman-ı Farisî tarafından çevrildiği bazı kaynaklar tarafından aktarılmaktadır. Hamidullah Hoca’nın verdiği bilgiye göre Avrupa’da ilk meal çalışmaları 1141’de başlamış ve Kur’an bu tarihlerde Latince’ye çevrilmiştir. İtalyanca’ya 1513, Almancaya 1616, Fransızca’ya 1647, İngilizce’ye 1648’de tercüme edilmiştir. Bugün için yaklaşık olarak Almanca’da 47, İngilizce’de 51, Fransızca’da 31, Latince’de 36, Türkçe’de 65, Urduca’da 100’e yakın Farsça’da ise 100’ün üstünde meal vardır. (Ali Bulaç, Niçin Meal Okumalıyız? başlıklı makalesinden…). Bu çalışmalar gösteriyor ki insanların Kur’an’ı okuma ve anlama çabası çok eskilere dayanmaktadır. Zira vahyin okunması onun anlaşılmaya çalışılması demektir.

Meallerin sayısının çokluğu bir rahmettir. Amerika’da en çok okunan meal Yusuf Ali’nin “Holy Qur’an” olarak yapmış olduğu meal çalışmasıdır. Ancak bu çalışma  yeni nesil tarafından benimsenmemektedir. Zira Yusuf Ali’nin kullanmış olduğu dil günümüz İngilizcesine göre biraz eskidir. Ayrıca Muhsin Han tarafından tercüme edilen “Noble Qur’an” bazı kesimlerce ısrarla talep edilen bir tercümedir. Ancak bu tercümedeki bazı dipnotlar kışkırtıcı bulunduğundan kimi kesimlerin rahatsız olduğu ve hatta federal hapishanelere girmesinin yasaklanması konuşulan bir tercüme olmuştur. Bu tercüme, daha çok Suud eksenli anlayışa sahip Müslümanların tercih ettiği bir tercümedir. Bunun dışında Muhammed Pickhtal’in tercümesi yine bazı kesimler tarafından okunmakta ve takip edilmektedir. Muhammed Esed’in “The Message” isimli tercümesi ise kanaatimce en iyi tercümedir ancak Amerikan Müslümanları tarafından yeterince keşfedilmemiştir.

Bunun dışında Ali Ünal’ın tercümesi ise kimi Müslümanlarca beğenilen güzel bir çalışmadır. Her ne kadar İngilizce birçok tercüme çalışması olmuş olsada bu çalışmalara devam edilmeli ve özellikle Mustafa İslamoğlu’nun tercümesi mutlaka İngilizce’ye kazandırılmalıdır. Zira Kur’an’ı insansız bırakmak gibi bir ihaneti ve insanı Kur’an’sız bırakmak gibi bir cinayeti işlememek için vahyin manasını insanlara intikal ettirme adına gayret sarf edilmelidir. Aksi takdirde vahyin peygamberdilinden aktardığı ettiği gibi “Onlar Kur’an’ı mahcur bıraktılar” (Furkan Sûresi, 25/30) şikâyetiyle karşı karşıya kalırız.

Kaynakça:

1. Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yayıncılık, İstanbul 2008.

2. İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, İnşa Yayınları, İstanbul 2006.

3. Ragıb Isfahanı, Müfredat, Terc: Abdulbaki Güneş - Mehmet Yolcu, Çıra Yayınları, İstanbul 2006.

4. Ali Ünal, The Qur’an, The Light Inc. Publications 2006.

5. Khaleel Muhammad, Spring 2005, Volume XII, Number II Assesing English Translations of the

Qur’an.

6. Ali Bulaç, Niçin Meal Okumalıyız, Kur’an’ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Bakış Yayınları, İstanbul.

7. Tarihçe-i Hayat, Said Nursî, Sözler Yayınevi.

8. Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine, Birun Yayıncılık.

 

NOT : Eylül 2, 2010 tarihinde KUR'AN-i HAYAT DERGISINDE YAYINLANMISTIR.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum