Ünal SADE
Kitaplar benim sevgilimdir.
‘Kitaplar benim sevgilimdir. Kim sevgilisini muvakkaten bir başkasına verir?’
“Bulgaristan'daki bir Türk eseri üzerine büyücek bir şey hazırlıyorum. Sofya'da pek kimsenin bilmediği bir Mimar Sinan Camisi var. Bulgarlar onu yüz sene evvel tanınmaz bir halde kilise haline getirmişler. Onun vakfiyesini Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden çıkarttırdım. 20 sayfa vakfiyesi var. Şimdiye kadar hakkında yazılanların da hatalı olduğu ortaya çıktı. Rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi bu camiden kısaca bahsediyor ama sonra diyor ki bunu yaptıranın İstanbul'da başka bir camisi daha varmış. Halbuki aynı isimde yüz sene arayla iki tane paşa var. İstanbul’da Camisi olan ötekisi. Sofya’da Camisi olanın bir mescidi varmış. Vakfiye Eyüp'te diyor ama Eyüp'te Köstebekli diye bir köy bulamadık. Vaktiyle Türkiye'de Meskûn Yerler Kılavuzu diye bir kitabım vardı kütüphanemde. Birisini yolladım bakıp buldular. Silivri'de çıktı. O zaman Eyüp sınırları Silivri'ye kadar uzanıyormuş. Bir arkadaşın arabasıyla gidip aradık. Özel bir çiftlik olmuş şimdi orası. Girmek mümkün değil. Tetkik edemedik.”
Gözleri görmeyen bir bilim adamının azmi...
Bu sözlerin sahibi kariyer yapmaya çalışan genç bir akademisyen değil. 87 yaşında, 10 yıldır gözleri başarısız bir ameliyata kurban gitmiş okuyamayan, yazamayan ve insanları sadece bir figür olarak görebilen Prof.Dr. Semavi Eyice’ye ait.
13 Şubat tarihli Yeni Şafak Gazetesinde Emeti Saruhan’ın Semavi Hocayla yaptığı röportajıkeyifle okurken yıllar öncesine gittim. Sanırım 1987 yılı idi. O zaman nişanlı olduğum eşimin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Hocası olan Semavi Eyice’nin “Bizans Sanatı” dersine katılmıştım. Karşımda kudretli-dirayetli bir bilim adamı vardı. Koskoca amfide çıt çıkmıyordu.
Almanya tarafından Arkeoloji Enstitüleri asil üyeliğine seçilen, Belçika Krallık Akademisinin üyelik, Fransız Hükümetinin Legion d’Honneur Nişanı verdiği Hoca’nın görmeyen gözleriyle kaderine terk edildiği ve gönüllü yardımlarla hala eser vermeye çalıştığını hüzünle okudum.
Bir Bizans, İstanbul ve Osmanlı uzmanı olan Hoca’nın onlarca eseri yanı sıra kaybolmak üzereyken kurtardığı tarihi değerleri de bize miras bırakacağı eserler arasında saymak lazım. Söyleşide verdiği iki örnek bile Semavi Hoca’nın sevap hanesinde kıyamete kadar “Sadaka-i Cariye” olarak işlemeye devam edecektir. İşte kendi cümleleriyle yok olmaktan kurtardığı iki caminin öyküsü:
Yok olmaya yüz tutmuş camilerde şimdi namaz kılınıyor...
“Birkaç eseri de yıkılmaktan son anda kurtardım. Ona da gönlüm biraz rahatlıyor. Tacizade Cafer Çelebi'nin Patrikhane'nin üstünde, tam ensesindeki cami. 4 duvar kalmış. İçinde de gecekondular var. Minaresi yarıya kadar yıkılmış duruyordu. Epey bir mücadele ettim. Vakıflar Müdürü sağolsun anlayışlıydı. En sonunda gecekonduları ayıklayıp camiyi restore ettirmeye muvaffak olduk. Şimdi içinde namaz kılınıyor. Bir de Fatih Cami'nin arkasında Hafız Ahmet Paşa Cami. O cami İstanbul yangınında yanmıştı. Belediye yeni parselasyonda o camiyi feda etmiş. Sakarya vilayetine bir öğrenci yurdu yapılması için satmış. Anıtlar Kurulu'na geldi konu. Belediye burada metruk bir harabe var demiş. Konuyu fazla uzatmayalım ne de olsa hayır işi dediler. Burada Hafız Ahmet Camii ve Medresesi var diye itiraz ettim. İnanmadılar. Belediye burada bir şey yok diyor dediler. Gidip bakın dedim. Sakarya Valisi ve yanındakiler gittiler. Döndüklerinde vali gördüklerine inanamıyordu. Cami Vakıflar'a devredildi, restorasyonu yapıldı. Şimdi namaza açık vaziyette. Daha birçok eserde katkım oldu.”
Yayınlanmamış bir kenarda kalmış, kıyamet gibi not...
Röportajı okurken duygulanmamak ve üzülmemek elinizde değil. Ancak beni en çok kaygılandıran 90 lara yaklaşan yaşına rağmen Diyanet Vakfından bir “hanım kız” (kendi ifadesi) yardımıyla yayın yapmaya çalışan Semavi Hoca’nın hala yarım kalan çalışmalarının akıbeti...
“Benim oldukça zengin bir kütüphanem vardı. Beni ilgilendiren konulardaki bütün kitapları mümkün mertebe elde etmeye çalıştım. İhtisas kütüphanesi kurdum her dilde. Gerektiği takdirde hiç anlamadığım dillerden de kitapları tedarik ettim. Elimin altındaydı. Rusça, Ermenice kitaplarım vardı. Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca ne buldumsa biriktirdim. Bunlara başvurarak birçoklarından daha zengin bir biçimde bilgilendim. Yayınlanmamış bir kenarda kalmış, kıyamet gibi notum var. Allah bilir bundan sonra da ne olacağını.”
Hoca’nın “Allah bilir bundan sonra ne olacağını” cümlesi röportajda beni en çok etkileyen ve düşündüren cümle oldu doğrusu.
Tam bu noktada sizlerle başka bir “ibret” hikâyesi paylaşmak istiyorum.
Sufi Yayınları içerisinde yakın denemin en önemli Mevlevisi ve Mesnevi uzmanı Üstad Şefik Can’ın ölümünden kısa bir süre önce kendisiyle hayat hikâyesi bağlamında yapılan bir söyleşi “Mevlana İle Bir Ömür” adıyla kitaplaştırıldı. Her bir sahifesini keyifle okuyup, ibret alacağınız bu eseri tüm dostlarıma tavsiye ediyorum. İşte kitaptan yukarıda anlattığım Semavi Eyice hikâyesinin bana hatırlattığı bir bölüm:
Enver Paşa’nın Kafkaslarda dağıtmak üzere tüm Baskılarını toplattığı Kitap…
Üstad Şefik Can anlatıyor:
“Sahaflarda Şeyh Şamil hakkında bir kitap arıyordum. Orada kitapçı Hulusi Efendi vardı, beni tanırdı, gider ondan kitaplar alırdım. Kendisine Şeyh Şamil ile ilgili kitap sordum. ‘Çok oldu, Şeyh Şamil ile ilgili bir kitap vardı. Enver Paşa toplattı. Kafkasya’ya gönderdi hepsini’ dedi. ‘Bu kitabı Tahirü’l Mevlevi yazmıştı.Git kendisini gör, ondan iste’ dedi. Ona dedim ki; ‘Efendim ben Çengelköy’den geliyorum, Tahirü’l Mevlevi’yi nereden bileceğim.’ ‘Canım Aksaray’a in, Taşkasap’a git, kime sorsan onun evini gösterirler sana’ dedi.
Bendeniz de tabi Hulusi Efendi’nin söylediğini yaptım. Aksaray’a indim, oradan Taşkasap’a gittim. Tahirü’l Mevlevi’nin evini sordum, gösterdiler. İki katlı bir ev, bahçe içinde etrafı harap harabe. Kapıyı çaldım, sakallı bir zat çıktı. ‘Efendim, ben Tahirü’l Mevlevi Hazretlerini görmek istiyorum’ dedim. ‘Benim, Tahirü’l Mevlevi, buyrun’ dedi. Bendeniz’de; ‘Efendim, kitapçı Hulusi Efendi gönderdi, sizin Şeyh Şamil hakkında kitabınız varmış’ diye söze girip talebimi arz etmeye başlamıştım ki... ‘Evet, o kitabı Enver Paşa toplattı, Kafkasya’ya gönderdi. Ben de bir nüsha var, yukarıya açık oku’ dedi. ‘Efendim, bendeniz Çengelköy’den geliyorum buraya, birkaç saatte geldim, şimdi bana verin, Allah izin verirse haftaya o kitabı okuyup getiririm size’ dedim. ‘Olmaz, kusura bakmayın, ben kitap veremem’ dedi. Ve ekledi: ‘İstiyorsanız dediğim gibi yukarı kata çıkın, kütüphanemde okuyun’ Ben de o zamanlar çocuğum. Kuleli Askeri Lisesi onuncu sınıf talebesiyim. Omuzumda numaram yazılı. Yani kim olduğum, ne ile iştigal ettiğim belli. Velhasıl Hoca bana kitabını vermedi.
‘Kitaplar benim sevgilimdir. Kim sevgilisini muvakkaten bir başkasına verir?’
Aradan yıllar geçti. Okulumu bitirdim. Harbiye’den mezun oldum. O sırada askeri öğretmen sınıfı ihdas edildi...Kuleli Askeri Lisesi’ne tayin oldum. Hem de Tahirü’l Mevlevi maiyetinde staj görmek üzere...Kalktım Kuleli’ye gittim, Okul müdürü Tahirü’l Mevlevi’yi çağırdı ve ‘İşte senin yanında staj yapacak teğmen’ dedi.
Zamanla beni sevdi, ben de kendilerini pek sevdim. ‘Boş gününde bizim eve gel, seninle ayrıca meşgul olayım’ dedi bana. Bir tatil günü, Cuma günüde gitim Tahirü’l Mevlevi’nin evine. Hemşiresiyle beraber oturuyordu. Beni yemeğe alıkoydu, yemek yedikten sonra odasına çıktık kütüphanesinin bulunduğu yere, bütün duvarlar kütüphane dolu. Yıllar önce size gelip sizden Şeyh Şamil hakkında bir kitap istemiştim de bana vermemiştiniz dedim.’ ‘Sen O muydun?’ dedi. ‘Evet’ dediğimde, güldü ve bana kitaplığın üzerinde bir kartonda duran Arapça levhayı gösterdi. Levhada mealen şöyle yazıyordu. ‘Kitaplar benim sevgilimdir. Kim sevgilisini muvakkaten bir başkasına verir?’
Tahirü’l Mevlevi’nin üzerine titrediği kitaplar sahaflarda satılırken…
Şefik Can kitabın ilerleyen bölümlerinde kitapları “sevgili” ye benzeten ve gözü gibi koruyan Tahirü’l Mevlevi’nin kitaplarının akıbeti konusunda şu hazin tespiti yapıyor.
“Tahirü’l Mevlevi evini de Daru’ş-Şafaka’ya vakfetmişti, kitaplarını vakfettiği gibi. Hazretin vefatından sonra hemşiresi Gülistan Hanım’ın karşısına bir avukat çıkmış, kitapları Daru’ş-Şafaka’ya vermişler ama birçoklarını sahaflarda satılırken gördüm. Kitaplarının üstünde onun bir Mevlevi sikkesiyle mührü bulunurdu. Farsça bir iki kitabını sahaflardan ben aldım.”
Kıymetini bilmediğimiz değerlerimiz bir bir yok olurken farkında bile olmadan geçen yıllara ve telafisi mümkün olmayan zararlara “vah” etmenin bir faydası yok. Tahirü’l Mevlevi’nin haraç-mezat satılan kıymetli kitapları gibi nice göz nuru koleksiyonların sahip çıkılmadığı için kuruyemişçilere külah bile olduğunu ilişkin hikayeler biliyorum.
Semavi Eyice hala aramızda. Gözleri görmese de destek alarak bilimsel çalışmalarını ve birikimlerini paylaşmaya devam etmek azmini ortaya koyuyor. Henüz iş işten geçmeden Semavi Hoca’ya sahip çıkılması gerekiyor. Kültür Bakanlığının, üniversitelerin bundan daha önemli ne görevi olabilir ki? Aksini düşünmek bile çok üzücü. Kendi ifadesiyle “Yayınlanmamış bir kenarda kalmış, kıyamet gibi notum var. Allah bilir bundan sonra da ne olacağını”
Tahirü’l Mevlevi’nin kıymetli kütüphanesinin akıbeti gibi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.