Kâsım Efendi, Kâsım Efendi!..

Yorgun bir günün ikindiye döndüğü, gölgelerin uzadığı bir deminde karşı köyden dönüyordu.

Bugün zaruret günüydü. Mecburi bir işi çıkmıştı da sürüsünü bunun için zar zor birine emanet edebilmişti. İşini seviyordu. Her sabah tek tek sayardı üşenmeden tamam mı diye! Koyunlarım eksiksiz, tamam duygusu oluştuğunda ise yüzüne tatlı bir meltem tebessümü yayılıverirdi. O zaman daha bir keyiflenirdi… ‘Hey, hey, hey’ şeklinde yüksek sesle ünlemesine doyulmazdı.

Seviyordu güttüğü koyunları. Onların melemeleri olmasa kafasında rahatsız eden bir boşluk oluşurdu. O melemeler Kâsım’ı kendine getirir, beyninde adeta bir orkestra kurulurdu.

En çok sevdiği anlar ise koyunların suya indiği vakitti.

Onların kana kana su içmesi ve susuzluklarının gitmesi sanki kendi susuzluğunun gitmesi gibiydi. Hiç erinmeden onların suyunu içmesini beklerdi. Seyretmeye de bayılırdı. Kavalı yanında, keyfi de yerindeyse ‘Kara koyunu suya indirme’ havası diye nitelediği parçayı üflemeye başlar zamanın nasıl dürülüp içinde aktığının farkına bile varmazdı.

Ne zaman koyunlarını suladığı ‘Körpınar’dan koyunlar uzaklaşır, o da işte o vakit kendisine gelirdi.

Koyunlar onu anlar, Kâsım da onları anlardı. Bu iletişime ne ad verilir bilmem ama karşılıklı bir özen sezilirdi. Kimi zaman evlatları gibi gördüğünü kendine itiraf ettiği de olurdu.

Kıyamazdı onlara… Taş attığında çevirmek için onları biraz uzak tarafa atardı. Onlara değip de canlarının yanmalarını hiç istemezdi.

Gecesi onlarla, gündüzü onlarlaydı.

Yaz gecelerinde birlikte gökyüzünün enginliklerini seyrederdi.

Gece derindi.

Gece uzundu.

Gece sessizdi.

Sessizliğin dilini keşfeder olmuştu yaş kemale erdikçe gecenin gizeminde…

Zaten yalnız yaşardı ‘Karelli’nin tepesinde, düzünde… Ama sanki daha bir yalnızdı son zamanlarda. Kızını uzaklara gelin etmişti.

İlkin sevinmişti sevinmesine. Kendi başını kurtardı. Köyde kalmadı. Aklı başında bir öğretmenle hayatını birleştirmişti Sevim.

Hep sevsin, hep sevilsin istiyordu.

Kendi yaşadıklarını Sevim’in yaşamasını istemiyordu. O sebeple uzak olursa olsun, az göreyim ne çıkar ama o iyi yaşasın diyordu. Daha iyi imkânlarla yaşasın ve çocuklarına iyi bir annelik yapsın. İstediği buydu.

Sevim anasızlığı yaşamıştı, bunun ne demek olduğunu, üstelik kardeşlerine analık yapmak zorunda olmanın ne denli çetin olduğunu da biliyordu.

Annesizlik bir kanadı hep kırık olmaktı.

İstediğin gibi uçamamaktı.

İstediğin yere konamamaktı.

Açık ve kapanması güç bir yaraydı annesizlik. Güneşin ısıtmaması gibi bir şey olarak tarifliyordu yüreği Kâsım’a bunu.

Payının her şeyden eksik olmasıydı biraz da.

Hayatın zorlu yollarında daha çok zorlanmaktı. Geriye kalmaktı.

Çocuklarının hırçınlıkları işte bu sebeptendi. Öfkeyi tercih edişlerinin altında bunlar yatıyordu. Gözü kara oluşlarına başka sebep aramamalıydı.

Dik durmak ile dik kafalı olmayı yer yer karıştırıyor olabilirlerdi. Buna hak veriyordu ama yine de bir ölçüsü olmalı, haddi aşmamalı diyordu. Diyordu ama bu ölçü nasıl ortaya konacak, bu haddi nasıl çizecekti o konuda henüz aklını ikna edememişti.

Belki de bir hal çaresi düşünür, bir çıkar yol bulur diye etraftan da tanınan köylerinde yaşayan âlim Halid Efendiye danışmak istemişti ama bir türlü sormayı başaramamıştı.

Böyle ciddi meseleleri olduğunu kimse tahmin bile edemezdi. Zira Kâsım Efendi her zaman nüktedandı. Gülen ve güldüren bir adamdı. Herkes ‘Gam yükünün kervanına’ katılsa bile o her zaman hayata neşe katan tarafta yer almıştı.

Köyün en kedersizi oydu onlara göre. En gamsızı, en telaşsızı hatta…

Öyle miydi, yoksa öyle olması gerektiğini düşündüğü için mi hayatını bu rolün içinde yaşamıştı sorgulamaya başlamıştı.

Vakit boldu nasıl olsa.

Sabah onundu, kuşluk onundu, ikindi serinliği onundu, akşamın karanlığı, gecenin heybetli yalnızlığı onundu.

İçinden içine nehirlerin aktığını hissederdi bazen. Hissederdi ve hayrete düşerdi.

Kendinde doğup kendine vuslat bulan bir akarsu vardı sanki içinde.

Öyle coşar, öyle taşardı ki zamanın içinde dürülüp nasıl da günün akşama ağdığını fark edemezdi. Sonunda bu halden ayılır gibi olduğunda ‘Coştun yine deli gönül’ diyiverirdi.

Tüm bunları içinde bir harman gibi rüzgâra doğru savurup dururken birden bir ses işitti.

-Kasım Efendi!..

Afalladı, şaşırdı, tereddütler geldi geçti zihninden. Allah Allah dedi hayretle bu sessiz ve kimsesiz bağ yolunda bu ses de neyin nesi! Hem de bu saatte. Tam anlam veremese de ‘Gayptan ses mi duymaya başladım ne’ diye iç geçirerek eşeğini dehleyip yola devam etmek istedi. Az ilerlemişti ki yine o ses:

-Kasım Efendi!..

Bu defa kuşkusu kalmadı. Emindi. Güçlü bir seslenişti ama neden kimseyi göremiyordu. Merakı da artmıştı. Bir yandan da çok sevinmişti.

Bana ömrüm boyunca Kasım Efendi diye seslenen olmadı kim bu acaba diye meraklandı. Yavaşladı. Eşeğinden aşağıya indi, onu en yakın meşe ağaçlarından birine bağladı ve etrafa bakınmaya başladı.

Kimseyi görememiş olması onu daha da meraka sürükledi.

Evet, mutlu olmuştu.

Peki, kimdi bu mutluluğunun sebebi? Öğrenmek istiyordu. Ama görünürde kimsecikler yoktu.

Yılmadı, bakınmayı sürdürdü. Ağaç diplerine baktı, bulamadı. Çalıların arasına bakmaya başladı. Bir iki çalı derken yüksek çalıların içinde sessizce iki çocuğun sinerek saklandığını fark etti.

Yaklaştı. Çıkın dışarıya diye bağırdı.

Çıktılar.

Ne görsün? Kendisine ömründe hiç duymadığı “Kasım Efendi” seslenişi köyden sığır çobanlığı yapan zıpır iki kardeşten gelmişti.

Ulen, sizi gidi haytalar, sizi gidi Neğudun piyâdeleri diyerek onları kovalamaya başladı.

Çocuklar son sürat kaçtılar.

Aziz onlara kızmıştı kızmasına ama başka bir yerde onları gördüğünde bu konuda bir daha bir şey demedi.

Demedi, zira sevinmişti. Mutlu olmuştu.

Sadece aklına geldikçe belli belirsiz, gözlerini kısıp, sakalını sıvazlayıp, yüzüne tatlı bir tebessüm kondurarak mırıldanıyordu:

Ulen haytalar, ulen piyadeler!.. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.