A.Kerim KARAAĞAÇ
İnsan ve egitim (2)
Bir toplumun fertlerinin bir birlerinin hak ve hukuklarına riayet ederek ayakta kalabilmeleri, ortaya koyacağınız eğitime ve caydırıcı cezaya bağlıdır. Allahuteâlâ koyduğu kaidelerle öyle güzel eğitmekte ki, iyiliklerin karşılığı olan mükâfatı ve kötülüklerin karşılığı olan mücazâtı hem dünyada hem de ölümden sonra hep önümüze koymaktadır. Kimselerin göremeyeceği, fark edemeyeceği bir yerde yalnız bulunan bir Müslüman, önünde hazineler de bulunsa tenezzül edip, elini bile dokunduramayacağını bilir, bilmesi gerekir ki, “kişi için ancak kazandığı vardır.”
İnsan yetiştirmek bir sanattır. Kocaman, heyulâ gibi binalar dikmekle iş bitmiyor. İçerisine koyacağınız beyinler ve bu beyinlere istikamet veren ölçüler, kaideler, kurallar nelerdir acaba? Henüz öğretmenlik formasyonu alamamış, kafasında kavak yelleri esen, maaşından başka bir derdi olmayan kimselere böyle bir vazife verilmişse, gel de çık bu girdaptan.
Sabah, dersine 3 veya 5 dakika gecikmiş bir öğrenciyi, “sen nasıl geç gelirsin” diyerek, geç kalmasının sebeplerini bile sormadan, hem derse almayacak, hem de sille tokat ufacık yavruyu döveceksin. Böyle bir öğretmen, zannediyorum ciddi bir bunalım içerisindedir. Bu ve bunun gibi durumların bir izahını yapabilir misiniz? Ve ya böyle bir öğretmene canınız, ciğeriniz, yavrunuzu nasıl teslim edersiniz? Bilgisi kıt, sabırsız, tahammülsüz, görgüsüz ve de ahlaksız o kadar eğitimci var ki, öğretmen formasyonu verilmemiş deyişim onun içindir. Bu arada, onur ve haysiyeti ile vazifesini yapan kardeşlerimi de tebrik ederim. Kurulu sistemin, eğitime nasıl baktığının misallerini çoğaltmak mümkündür. Halbuki, karşınızdaki insan, insan yahu. Bazen bardakla, tabakla, bazen de kâğıtla, kartonla karıştırıyoruz bu emsâlsiz ve şerefli varlığı.
Her gün sabah akşam andımız diye başlayan saçmalığı yavrularımıza okutacaksınız, niye; ileride tiner çeken sayısında patlamalar olsun ve biz, onların kafası demliyken daha fazla hortumlayalım diye, değil mi? Öyle değilse; lâik yobazlığın ve bağnazlığın, manevi değerlere sahip çıkanlara karşı, ayakta kalacağı birkaç günlük süre içerisinde, zulmüne devam etmesi içindir. Ya da; Her şeye rağmen, bu memlekette muhalif nüfus artıyor, bu muhaliflerin de size benzemesi ve beyinsiz, beceriksiz, iğdiş edilmiş olmaları içindir. Ellerinize teslim edilmiş şu günahsız canlara ne zaman sadre şifa bir şeyler öğreteceksiniz?
Elimde olmayan sebeplerle Türk olarak dünyaya gelmişsem, neden “varlığım Türk varlığına armağan olacak”mış? Neden anlamsız bir ırkçılık uğruna varlığımı ortaya koyacakmışım? İnsanlara mesuliyet yükleyen kaideler (Allah(cc.) tarafından konulmuş) ancak, insanın kendi iradesiyle seçip, yaptıklarıdır. Sonrasında da (Yevmi kıyamette) sadece onlardan hesap verecektir. Hepimiz Adem’in çocuklarıyız. Bir Türk’ün bir Yunanlıya, bir Fransız’a veya bir Çinli’ye katiyetle üstünlüğü olamaz. Kim ki Rabbiyle arası güzeldir, işte o kimse en güzel insandır.
Hâl bu ve bu ahvâl içerisinde ne yapabiliriz? Bu şartları bilmeden ve ortaya koymadan faydalı bir çalışma yapmak mümkün değil. Kendimi ve benim gibi düşünen insanları, Rasulullah (sav.)ın Taif’te çocuklara taşlatılmasına benzetiyorum. Sistem yüz yıldır taşlamakta. Size karşı şartlanmış ve daha baştan düşman ilân etmekte. N.F.Kısakürek rahmetlinin tabiriyle” öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya”.
İnsanı en iyi tanıyan gene onu yaratanıdır. Tanıyan Rabbimiz, insana karşı hep rahmetle ve şefkatle mühlet vermekte. Bizlerin, insanı (biri birimizi) iyi tanıyamadığımızın göstergesi şudur ki; hep biri birimize zûlmediyor, aşağılıyor, kınıyor ve hayat hakkını elinden almaya çalışıyoruz. Neden bu kadar âdi ve aşağılık durumlara düşüyoruz? Neden? Neden biraz daha geniş düşünemiyor, paylaşmayı, yardımlaşmayı ve de affetmeyi hiç aklımızın ucundan geçirmiyoruz? Neden hep Kârun’laşmak gibi bir niyet taşıyoruz da, Muhammedi bir kalbe, kafaya sahip olmayı reddediyoruz? Bunun için bazen bilgi de kâfi gelmiyor.
İnsan bazı şeyleri, başına gelmeden teorikten pratiğe aktaramıyor. Yani, gerçek şudur ki; “ateş düştüğü yeri yakıyor”. Kendi evinde yangın olmayan, yanan komşu evi de olsa, akraba evi de olsa, diğer Müslümanların evi de olsa maalesef hikâye geliyor. “Başkasına değen, saman çuvalına değermiş” derler. İşte bu söz yerine oturuyor. “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın” sözü de bu mealde söylenmemiş mi? Bunun gibi, insan egosunun ekseriye öne çıktığını anlatan onlarca atasözü vardır. Biz de, çocuklarımız olup, büyümeye başlayınca fark ettik taşın sert olduğunu. Ateş içimize ancak o zaman düştü. “Ne yapabiliriz”i ciddiye almaya o zaman başladık. (Devam edecek)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.