xxxx1
Harem ağaları, hadımları ve köle psikolojisi
Bu sütunda yıllardır Türkiye'nin temel sorununun temel sorununun ne olduğunu idrak edememesi olduğunu söyleyip duruyorum. Türkiye'nin temel sorunu, bu ülkenin tarih yapmasını mümkün kılan asil medeniyet iddialarını, ideallerini, ruhunu, rüyalarını yitirmesi; buna mukabil olarak, Türkiye'nin tarihte tatil yapmasına yol açan bir kendi kendini sömürgeleştirme aymazlığına soyunmasıdır.
Bu yakıcı gerçeği görecek çapta imajinatif ve kişilikli bir entelijansiya olmadığı için, Türkiye, hiç beklenmedik zamanlarda beklenmedik sorunlarla boğuşmaktan kurtulamıyor bir türlü. O yüzden, geliştirdiğimiz davranış biçimi, vaziyeti kurtarmaktan öteye geçemiyor.
Oysa Türkiye gibi tarihin en büyük medeniyet tecrübelerinden birini üreten imparatorluğunu ve yaratıcı ruhunu -içerden ve dışarıdan çevrilen türlü abrakadabra numaralarıyla- yitiren bir ülkenin çocuklarının karşı karşıya kaldıkları sorunlara köklü bir medeniyet şuuruyla ve perspektifiyle yaklaşmaları beklenirdi.
Ancak Türkiye'de böylesine ufuk ve zihin açıcı bir perspektif aramak ne yazık ki, imkânsız. Çünkü Türkiye'nin yakın tarihi bizim bizzat yaptığımız bir tarih değil. Bize dayatılan bir tarihtir. Bu toplumun yeniden tarih yapmasını imkânsızlaştırmak amacıyla, uzunca bir süre beslenen, büyütülen ve imparatorluğun dört bir taraftan Avrupalılar tarafından kuşatıldığı bir zaman diliminde, bu en zor zamanda, bu yokoluş mevsiminde bu milletin canına okuyan gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim bir azınlığın dışarıdan (özellikle de İngilizlerden aldığı muazzam destekle) bu millete ölümcül darbeyi vurdukları bir tarihtir.
1908'den itibaren, bazı istisnâî durumlar hâriç, bu ülkeye bu ülkenin çocukları çeki düzen verememiştir. İşte bu tarihten itibaren bu ülkenin gerçek sahipleri / mâlikleri bu ülkeden, bu ülkenin kurumlarından kovulmuştur, (başörtülüler örneğinde yaşadığımız gibi) eğitim, ülkeyi yönetme gibi temel mülkiyet hakları ellerinden alınmıştır.
Bunun en tipik örneği bu ülkenin İstiklâl Marşı'nı yazan Mehmet Akif'tir. Bir ülkenin İstiklâl Marşı'nı yazmış şairine ülkesinde yaşayamayacak kadar hayatının zehir edilmesini, gece gündüz ciğeri beş para etmez hafiyelerle takip ettirilerek ölüm tehditleriyle karşı karşıya bırakılmasını, Çanakkale'yle birlikte başlayan İstiklâl Savaşı sürecinde ve sırasında bu ülkenin kefereye teslim edilmemesi için destansı bir mücadele veren asil çocuklarına bu ülkenin dar edilmesini, vaziyeti kurtarmak pahasına es geçtik bugüne kadar.
Ama bu ülkede ipleri ellerine geçiren azınlıklar, bu milletin bütün kutsallarını, bütün medeniyet iddialarını, bütün tarihî birikimlerini, “irtica!” numarasıyla yok etme mücadelesi vermekten bir saniye bile vazgeçmedi.
Türkiye'de bazı insanlar “artık Türkiye'de darbe olmaz” deyip duruyorlar. Ben “Türkiye'de artık bu saatten sonra darbe olmaz” diyen insanlara her zaman hep hayretler içinde kalarak baktım. Çünkü Türkiye, hiçbir zaman tam anlamıyla darbe ortamından çıkamamış, normal bir sürece girememiştir.
Seçimlerin yapılması, sivillerin işbaşına gelmesi, Türkiye'de normal bir sürecin yaşandığı izlenimi verdiriyor bize. Ama bütün bunların hepsi son kertede büyük bir illüzyondan ibaret.
Oysa bu durum, toplum olarak rehavete sürüklenmemizden, her şeyin normal olduğu yanılsamasına kapılmamızdan başka bir işe yaramıyor. Zira bu durum, Türkiye'nin temel varoluşsal meselelerini her defasında sürgit ertelememize ve zamanla unutmamıza yol açıyor.
Evet, seçimlerin yapılıyor, halkın seçtiği aktörlerin işbaşına geliyor olması yalnızca illüzyondan ibarettir. Bunun en önemli göstergeleri, çok partili siyasî hayata geçtiğimiz tarihten bu yana siyasî iktidarların, kimi zaman açık / askerî darbelerle, kimi zaman örtük / yargıya dayalı darbelerle, çoğu zamansa Türkiye'nin gerçek iktidarlarının kontrolünde olan medyalar tarafından önce yapay olarak üretilen, icat edilen, sonra da gerçeğe dönüştürülen ötekileştirmelerle, iç gerilimlerle eylemsel ve söylemsel şiddete maruz bırakılarak hadım edilmeleridir.
Bu ülkenin tarih şuuru, medeniyet iddiası, ufuk çizgisi, derinlikli kültürel değerleri, metamorfoza uğramış, sömürge-zihniyetli medyalar tarafından, eğitim sistemi tarafından her Allah'ın günü hadım edilirken, ellerine sopa geçirmiş aktörlerin zaman zaman “höööt!” diye efelenmelerinden şikâyet etmeye kalkışmak olsa olsa bir köle psikolojisi olsa gerek.
Bu yakıcı gerçeği görecek çapta imajinatif ve kişilikli bir entelijansiya olmadığı için, Türkiye, hiç beklenmedik zamanlarda beklenmedik sorunlarla boğuşmaktan kurtulamıyor bir türlü. O yüzden, geliştirdiğimiz davranış biçimi, vaziyeti kurtarmaktan öteye geçemiyor.
Oysa Türkiye gibi tarihin en büyük medeniyet tecrübelerinden birini üreten imparatorluğunu ve yaratıcı ruhunu -içerden ve dışarıdan çevrilen türlü abrakadabra numaralarıyla- yitiren bir ülkenin çocuklarının karşı karşıya kaldıkları sorunlara köklü bir medeniyet şuuruyla ve perspektifiyle yaklaşmaları beklenirdi.
Ancak Türkiye'de böylesine ufuk ve zihin açıcı bir perspektif aramak ne yazık ki, imkânsız. Çünkü Türkiye'nin yakın tarihi bizim bizzat yaptığımız bir tarih değil. Bize dayatılan bir tarihtir. Bu toplumun yeniden tarih yapmasını imkânsızlaştırmak amacıyla, uzunca bir süre beslenen, büyütülen ve imparatorluğun dört bir taraftan Avrupalılar tarafından kuşatıldığı bir zaman diliminde, bu en zor zamanda, bu yokoluş mevsiminde bu milletin canına okuyan gayr-ı Türk ve gayr-ı müslim bir azınlığın dışarıdan (özellikle de İngilizlerden aldığı muazzam destekle) bu millete ölümcül darbeyi vurdukları bir tarihtir.
1908'den itibaren, bazı istisnâî durumlar hâriç, bu ülkeye bu ülkenin çocukları çeki düzen verememiştir. İşte bu tarihten itibaren bu ülkenin gerçek sahipleri / mâlikleri bu ülkeden, bu ülkenin kurumlarından kovulmuştur, (başörtülüler örneğinde yaşadığımız gibi) eğitim, ülkeyi yönetme gibi temel mülkiyet hakları ellerinden alınmıştır.
Bunun en tipik örneği bu ülkenin İstiklâl Marşı'nı yazan Mehmet Akif'tir. Bir ülkenin İstiklâl Marşı'nı yazmış şairine ülkesinde yaşayamayacak kadar hayatının zehir edilmesini, gece gündüz ciğeri beş para etmez hafiyelerle takip ettirilerek ölüm tehditleriyle karşı karşıya bırakılmasını, Çanakkale'yle birlikte başlayan İstiklâl Savaşı sürecinde ve sırasında bu ülkenin kefereye teslim edilmemesi için destansı bir mücadele veren asil çocuklarına bu ülkenin dar edilmesini, vaziyeti kurtarmak pahasına es geçtik bugüne kadar.
Ama bu ülkede ipleri ellerine geçiren azınlıklar, bu milletin bütün kutsallarını, bütün medeniyet iddialarını, bütün tarihî birikimlerini, “irtica!” numarasıyla yok etme mücadelesi vermekten bir saniye bile vazgeçmedi.
Türkiye'de bazı insanlar “artık Türkiye'de darbe olmaz” deyip duruyorlar. Ben “Türkiye'de artık bu saatten sonra darbe olmaz” diyen insanlara her zaman hep hayretler içinde kalarak baktım. Çünkü Türkiye, hiçbir zaman tam anlamıyla darbe ortamından çıkamamış, normal bir sürece girememiştir.
Seçimlerin yapılması, sivillerin işbaşına gelmesi, Türkiye'de normal bir sürecin yaşandığı izlenimi verdiriyor bize. Ama bütün bunların hepsi son kertede büyük bir illüzyondan ibaret.
Oysa bu durum, toplum olarak rehavete sürüklenmemizden, her şeyin normal olduğu yanılsamasına kapılmamızdan başka bir işe yaramıyor. Zira bu durum, Türkiye'nin temel varoluşsal meselelerini her defasında sürgit ertelememize ve zamanla unutmamıza yol açıyor.
Evet, seçimlerin yapılıyor, halkın seçtiği aktörlerin işbaşına geliyor olması yalnızca illüzyondan ibarettir. Bunun en önemli göstergeleri, çok partili siyasî hayata geçtiğimiz tarihten bu yana siyasî iktidarların, kimi zaman açık / askerî darbelerle, kimi zaman örtük / yargıya dayalı darbelerle, çoğu zamansa Türkiye'nin gerçek iktidarlarının kontrolünde olan medyalar tarafından önce yapay olarak üretilen, icat edilen, sonra da gerçeğe dönüştürülen ötekileştirmelerle, iç gerilimlerle eylemsel ve söylemsel şiddete maruz bırakılarak hadım edilmeleridir.
Bu ülkenin tarih şuuru, medeniyet iddiası, ufuk çizgisi, derinlikli kültürel değerleri, metamorfoza uğramış, sömürge-zihniyetli medyalar tarafından, eğitim sistemi tarafından her Allah'ın günü hadım edilirken, ellerine sopa geçirmiş aktörlerin zaman zaman “höööt!” diye efelenmelerinden şikâyet etmeye kalkışmak olsa olsa bir köle psikolojisi olsa gerek.