Fatma Ç. KABADAYI
BABAM 1.BÖLÜM
Küçük kız hastanenin soğuk, beton koridoruna oturmuş, ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerini tam karşısında duran ameliyathanenin kapısına dikmişti. Saatlerdir bekliyordu. Üzerindeki ince entarisinin kolları gözyaşlarından sırılsıklam olmuştu. Arada koridordan geçen hemşire ve hasta bakıcılar ona acıyarak bakıyor fakat hiç biri bir şey söylemiyordu.
Gözlerinden akan yaşı yine koluna silerken kendi kendine mırıldandı:
“Babam… Babam...”
Daha on ikisindeydi. Babasından başka kimsesi de yoktu. Onu da kaybederse bu hayat kendisine zehir olurdu, bu apaçık ortadaydı. Ah, nasıl olmuştu da o kiremit başına düşüvermişti adamcağızın. Oracıkta ölmemesi bir mucize idi. Hayır, ölmemeliydi, ölemezdi. Etraftan koşup yetişenler onu hemen hastaneye getirmişlerdi. Olayın nasıl olduğunu anlatmışlardı hastane polisine fakat ortada bir suçlu yoktu. Çatıya kiremitleri koyanı suçlayamazlardı ya... Bütün suç -dikkat inşaat var- yazısını okumayan kendisindeydi. Okuma yazması olsa elbette okurdu ama yoktu işte, nerden bilebilirdi ki...
Zeynep ellerine baktı. Kupkuru cılız parmakları her bakışında üzüyordu kendisine. Hâlbuki ellerini tombul olmasını ne çok isterdi. Şişmanları belki de bu yüzden çok beğeniyordu. Hemşirenin “Küçük Hanım...” sözüyle başını kaldırdı, gözlerini iyice açarak ona baktı. Beyaz kıyafetleri elinde dosyasıyla Yasemin hemşire ona bakıyordu. Bir haber mi verecekti yoksa babasından. Baban iyi, merak etme mi diyecekti yoksa?
“Evet abla?” diyebildi ağlamaklı sesiyle.
Hemşire kendisine biraz daha yaklaşıp yere çömeldi. Kızın kısa, kirli saçlarını elleriyle okşadı. Hafif bir tebessüm etti:
“Küçük, bak kaç saattir yerde oturuyorsun, sen de hasta olacaksın. Kalk şu koltuklara otur. Babanı orada bekle!”
Zeynep boynunu büküp omzunu silkti. Şu anda en son düşüneceği kendi sağlığı idi. Babası bir iyileşse başka bir şey istemeyecekti hayattan. Hemşire ayağa kalkıp ağır adımlarla yanından uzaklaşırken Zeynep babası için dua etmeye başladı yeniden:
“Allah’ım, babam iyileşsin, onu bir daha hiç üzmeyeceğim, söz veriyorum...”
Gözyaşlarını yine koluna sildi. Üzerindeki elbiseyi komşu Nebahat vermişti ona. Kızının eski elbiselerini hep verirdi zaman zaman. Bu da onlardan biriydi. Kirlenmişti. Çamaşır yıkamayı fazla beceremiyordu cılız elleri. Mavi naylon leğende yeşil sabunlarla çitileyip ayağıyla çiğneyerek mahalle çeşmesinden taşıdığı sularla durulamaya çalışıyordu. Olmuyordu. Ne kadar uğraşsa çıkmıyordu kirleri. Yine de komşu kızının eskisi Zeynep’in yenisi olurdu. Ne sevinirdi Nebahat Hanım ona seslenince:
“Zeynep, kızım... Bana bir uğrayıver…”
Her seferinde koşarak giderdi.
“Buyur Nebahat abla?” derdi, aslında kendisi için bir şeyler hazırladığını bilirdi.
“Kızım, şu poşeti al, içinde kıyafetler var, benim kıza olmuyor... Belki sana olur. Birkaç da meyve bıraktım içine, yıkar yersiniz...”
“Teşekkür ederim Nebahat abla...”
Eve gidip sevinçle poşeti açar, bütün kıyafetleri tek tek denerdi. Kendisine bakabileceği bir boy aynası yoktu ama küçük kırık aynayla önce eteğine sonra bel kısmına en sonda yukarı taraflara defalarca bakardı. Babası bazen kızardı Zeynep’e:
“Kızım... Nedir senin bu kıyafet merakın... Sabah öğle akşam başka kıyafet giyiyorsun. Yine komşu mu verdi bunları?”
“Evet baba... Selin’e olmuyormuş da...”
Babası boynunu büker, kızının başkalarının kıyafetleriyle büyümesine içerlerdi. Sonra bahçede ki tandırda kızının bin bir zorlukla pişirdiği çorbanın başına otururdu. Ayakkabı boyacılığından kazandığı parayla iki kişi iyi kötü geçinebiliyorlardı. Zeynep maddi imkânsızlıklardan okul gidememişti ama komşunun oğlu Ferhat ona okumayı öğretmişti. En çok buna seviniyordu zaten. Onun verdiği hikâye kitaplarını evin işlerini bitirdiğinde okumak en büyük zevkiydi.
“Zeynep...”
Başını kaldırdı. Biraz önceki hemşire kendisine simit uzatıyordu.
“Acıkmışsındır.”
“Yemem...”
“Hadi ama...”
Zeynep simide uzattı elini. Sonra almadan geri çekti:
“Babam? Babam iyileşmeden yemem!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.