Recep KOÇAK
Asıl hayır ahiret hayrıdır
Muhterem Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 4 Şubat 2001 Pazar günü Avustralya’da geçirdiği trafik kazasında ahirete irtihal eyledi.
Hocaefendi’nin kabri Eyüp Kabristanlığında. O, çok sevdiği Eyüp semtinde, çok sevdiği ve dualarında sıklıkla andığı Halid bin. Zeyd Eba Eyyüb el Ensari (r.a) Hazretleri ile komşu.
Vefatından önceki Cuma günü, AKRA FM aracılığıyla sevenlerine yaptığı son sohbeti adeta bir vasiyet niteliğinde. Konuşmanın sınırlı süresi içerisine o kadar mühim konu sığdırılmış ki, her dinlediğinizde, sohbetin yazıya aktarılmış halini her okuduğunuzda şaşırmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Okuyucuların sabrını zorlamamak için kısaltmaya çalıştığım aşağıdaki bölümde yardımlaşmadan Alevilik konusuna, ahlakı güzelleştirmeden günahlardan kaçınmaya ve dünyanın geçiciliğine kadar birbirinden önemli konu, her zamanki gibi veciz bir dille ele alınıyor.
O, yıllarca yaptığı sohbetlerin neredeyse bir hülasasını son konuşmasında sevenlerinin gönlüne ve hafızasına emanet ediyor.
Bütün geçmişlerimizle birlikte merhum Hocaefendi’yi rahmetle anarken, yapılan hatırlatmalardan azami feyz almayı ve öğrendiklerimizle amel etmeyi diliyorum…
...
Bir arkadaşın evinde misafiriz. Ona, "Hadis kitabımızı besmeleyle aç, bir sayfayı bize göster!" diye söyledim. O da bize bir sayfa açtı. Onun açtığı sayfadan başlayarak hadis-i şerifleri okuyacağım.
Enes RA'den, Buharî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Neseî, yâni Sıhah-ı Sitte sahiplerinin beş tanesi ve bir de İmam Ahmed ibn-i Hanbel ve Tahaî rivayet etmişler. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
RE. 185/11 (Allàhümme lâ hayra illâ hayrül-âhireh --ve fî lafzin lâ ayşe illâ ayşül-ahireh-- vağfir lil-ensàri ve muhâcireh) Sadaka rasûlallàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.
Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz, dua etmiş: (Allàhümme) "Ey benim Allah'ım! (Lâ hayra) Hiç bir hayır yok, (illâ hayrül-âhireh) ancak ahiretin hayrı var." Evet dünyada da insan bazı hayırlara eriyor, nimetlere mazhar oluyor ama, dünya çok kısa... Ahiret sonsuz olunca, sonsuzun yanında asırlar bile kısa kalır. Çok kısa küçük hayırcıklar, az bir şey. Asıl hayır ahiret hayrı...
Yâni dünyada insan bazı hayırlara erse de, ahirette hayra ermese, mahvoldu demektir. Kâfirler böyle olacak, Firavunlar, Nemrutlar, kâfirler, müşrikler, münafıklar, zalimler, fasıklar böyle olacak. Dünyada biraz telezzüz etmeleri, biraz tena'um eylemeleri, nimetlere dalmaları, zevkleri tatmaları mühim değil, önemli değil... Asıl önemli olan ahiretin hayrı, ahiretin rahatı, ahiretin saadeti.
Başka bir rivayette de, (lâ ayşe illâ ayşül-ahireh) "Hiç bir güzel yaşam yok, ancak ahiretin güzel yaşamı var. Önemli olan ahiretin güzel yaşamı." diye rivayet olunmuş.
Demek ki, biz de bu gerçeği aklımızın en yüksek yerinde, en belirgin yerinde, en unutulmayacak şekilde muhafaza etmeliyiz: Hayır ahiretin hayrıdır. (Lâ hayra illâ hayrül-ahireh) "Hiç bir hayır yoktur, ancak ahiretin hayrı vardır. Önemli olan ahiretin hayrıdır."
Bu ne demek?.. Dünyadaki küçük menfaatler, faydalar, zevkler hiç mesabesindedir. Mü'min ona aldanmaz, takılmaz, kapılmaz, şaşırmaz. Onlara kapılıp da ahiretini mahvetmez, berbat eylemez. Ahiretini kazanmağa çalışır.
Peygamber Efendimiz öyle söylüyor, öyle buyuruyor; doğrudur. Çünkü ömürler rüzgar gibi geçiveriyor, bir göz yumup açıncaya kadar geçiveriyor. Evet 60 yıl, 70 yıl, 80 yıl yaşıyoruz. Bir kısmı çocukluk, bir kısmı ihtiyarlık, bir kısmı gece uykusu, bir kısmı da gündüz koşuşturma, telaş... O günlerin içinde de bir kısmı sevinçli, bir kısmı üzüntülü, heyecanlı, dertli, gamlı, kederli, ağlamalı, sızlamalı... Ne olacak, kıymeti yok!
Mühim olan ahireti kazanmak. Biz mü'miniz, biz müslümanız. (Vel-ba'sü ba'del-mevti hakkun, vel-cennetü hakkun, ven-nâru hakkun) Ahirette öldükten sonra dirilmek var, cennet var, cehennem var... Cenneti kazananlara, cennete girenlere ne mutlu! Cenneti kaybedenlere, cehenneme düşenlere ne yazık!.. Vah, yazıklar olsun, çok korkunç bir felaket...
Onun için bunu hiç unutmayalım! Ahiretin hayrını kazanmak için ne yapmamız gerekiyorsa, onları yapalım!
"Ne yapacağız, kısaca söyle hocam hatırımda kalsın! Ben uzun sözleri hatırımda tutamıyorum." derseniz: İbadetleri yapacaksınız, bir... Günahlardan kaçacaksınız, iki... Ahlâkınızı güzelleştireceksiniz, üç...
Çünkü, Allah ibadetleri yapanları sever, çok çok mükâfatlar verir. Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren, hacca giden, sadaka veren, hayır yapan kimsenin, azına çok mükâfatlar vererek çok memnun ediyor, çok taltif ediyor, çok büyük mükafatlar bahşediyor.
Bu tamam, ibadetleri yapınca sever. İbadet ve taat... Taat ne demek?.. İtaat demek. Yâni Allah'ın buyruğunu kabul edip yapmak... Bu bir, bunu yapınca sever.
Günahlardan kaçanı da sever. Günahlardan kaçınmaya takvâ deniliyor, vera' deniliyor. Dünyanın aldatıcı zevklerine kapılmamaya, dünyaya aldırmamaya da, zühd deniliyor. Meselâ, Hocamızın adı Mehmed Zâhid, yâni Muhammed Zâhid... Dünyanın önemsizliğini anlayıp, önem vermeyen, asıl ahirete yönelen demek. Hocamızın isminden de size bir işaret olsun, ne yapmanız gerektiğine dikkat edin!..
İbadetleri yapanı Allah sever; ibadet yaparak sevgisini kazanmaya çalışacağız. Günahlardan, haramlardan uzak olanı Allah sever; haramlardan, günahlardan kaçıp, gene sevgisini kazanmaya çalışacağız. Güzel huyluları Allah sever; huylarımızı güzelleştirip yine Allah'ın sevgisini rızasını kazanmaya çalışacağız. Kötü huyluları sevmez ve onları cezalandırır; onlardan uzak duracağız.
İbadetleri yapmak, günahlardan kaçmak, ahlâkı güzelleştirmek... Bizim yolumuzun esasları bunlar. Üç ana esas, herkesin hatırında kalır.
İbadetlerini yap, namazlarına, cumalarına, oruçlarına, haccına, umrene, zekâtına, zekâtına, zekâtına çok dikkat et!.. Çünkü mâli fedakârlıkla anlaşılıyor insanın ihlâsı, sıdk u sadakatı... Terle kazandığın, zahmetle kazandığın paranın bir kısmını Allah yoluna verebileceksin. Otuzdokuz kısmı sende kalacak, bir kısmını vereceksin. Yine büyük çoğunluğu sende kalacak. Ama fukarayı unutmayacaksın, zayıfları, mazlumları unutmayacaksın!..
Zalimlerin karşısında olacaksın, mazlumların yanında olacaksın, fakirlerin yanında olacaksın!.. Yoksulları, mahrumları seveceksin, onları ziyaret edeceksin. Onlarla beraber gözyaşı dökeceksin, yardımcı olacaksın. Destek vereceksin, yiyecek vereceksin, çocuğunu okutacaksın... vs. vs.
Müslümanlık lafla değil. Sen burada izzet ve devlet ve nimet içinde yaşayıp, karnının tokluğundan, "Ah, vah, yandım, eyvah!" bilmem ne diye sızlanırken, öbür tarafta içecek suyu bulamayan insanlar var. Köyünde içecek suyu yok... Veyahut Afrikayı ve sâireyi düşünürsek, yağmur düşmeyen çöl mıntıkaları var. Orta Asya'da öyle yerler var. Uçsuz bucaksız çöller var.
Bunların çaresini buluyor medeniyet. Yâni aşağıya sondaj vuruyor, aşağılardan su çıkartıyor. Çöllerde, isterse şehirler kuruyor. Yâni parayı dayadığın zaman oluyor. Bu Avustralya'da da görüyoruz, istedikleri yerlere çok güzel şehirler kuruyorlar. Sıcak var. Sıcağın da çaresi bulunuyor. Alet edevatı takıyorsun, püfür püfür esiyor, içeride serin bir hayat yaşıyorsun. Su getiriyor, serinlik getiriyor. Dışarısı kasıp kavurucu bile olsa, orada iş varsa, fayda varsa, medeniyet orayı ihyâ edebiliyor. Demek ki, parayı dayayınca her şey olabiliyormuş, demek ki zekât çok önemliymiş.
Buradan o anlaşılıyor, yâni para önemli, zekat önemli... Evet para önemli ama biz paraya tapmıyoruz. Paranın bir önemli vasıta olduğunu biliyoruz. Ahiretimizi kazanmak için, paramızı Allah yoluna sarf edeceğiz. İbadetleri yapacağız.
Günahlardan da kaçınmak çok önemli! Çünkü günahların hepsi tatlı olduğundan, zevkli olduğundan, insan o günahları yapıyor. O zevke dayanamıyor, nefsini yenemiyor, nefsi o tarafa akıyor, kayıyor; derken yapıyor işte o günahı... Afyon içiyor, esrar çekiyor, içki içiyor, hırsızlığı yapıyor, "Dayanamadım, çaldım!" diyor.
Kumar oynuyor kazanmak hırsıyla, "Ay ne heyecanlı, bilmem ne..." derken, "Eyvah kaybettim, eyvah eve ne götüreceğim şimdi?" demeye başlıyor. Bunların hepsinin macerası belli olduğundan, İslâm yasaklamış. İçki yasak, kumar yasak, esrar yasak, aklı giderici her türlü duman da olsa, sıvı da olsa, katı da olsa her çeşit alet, edevat, madde yasak. Meşrubat şeklinde de olsa, duman şeklinde de olsa, farketmiyor.
Demek ki, günahlardan da kaçınmak çok önemli... İyi insan olmak için, faziletli insan olmak için, faydalı insan olmak için, güzel işler yapmak için, günahlardan da kaçınacağız.
Üçüncüsü, ahlâkın güzelliği. Ahlâk biliyorsunuz toplum olayıdır. Yâni kişinin de kendi kendine karşı ahlâki sorumlulukları vardır ama, özellikle başka insanlarla münasebette ahlâk çok büyük rol oynuyor. Toplum olayıdır ahlâk dediğimiz şey.
Tabii ahlâk ikiye ayrılıyor: İyi ahlâk, kötü ahlâk. Yâni herkesin ahlâkı var. Ama ahlâkı iyi mi, kötü mü?.. Mühim olan ahlâkın iyi olması. "Falanca adam çok kötü ahlâklıdır, çok kötü huyludur." diyoruz. Herkesin bir ahlâkı var ama, iyisi önemli, iyi ahlâklı olacak.
"--Hocam, iyi huylar hangileridir?
Tamam, çok güzel bir soru. İyi huylar hangileri, kötü huylar hangileri; bunları güzelce ezberleyeceksin, öğreneceksin, uygulayacaksın ve çoluk çocuğuna da öğreteceksin. Güzel huyu çocuğuna öğretmek için, üzerinde duracaksın; kötü huydan kurtarmak için üzerinde duracaksın... Takip edeceksin, çalışacaksın, uğraşacaksın, onaracaksın.
Araba her gün bakım istiyor, bakılmazsa gitmiyor. Ev her zaman bakım istiyor, akıyor, kokuyor, bozuluyor, takılıyor derken tamirci getiriyorsun vs. Çocuklar da öyle, kendimiz de öyle.
Hatta insanın imanı bile öyle, zaman zaman yıpranıyor, gevşiyor günahlardan dolayı. O imanı dahi tazelemek lâzım! Günde yüz defa "Estağfirullah", yüz defa "Lâ ilâhe illallah", çok çok "Allah, Allah, Allah..." demek; çok çok salât ü selâm getirmek, Kur'an-ı Kerim okumak lâzım!.. Okumasını bilmiyorsa, Kul huvallàhu ehad'ı yüz defa okusun. Çünkü bir "Kul huvallah..." üçte bir Kur'an okumak kadar sevap. Bunların hepsi büyüklerimizin, mürşid-i kâmillerimizin, şeyhlerimizin bize tavsiyeleri ve hepsi Kur'an-ı Kerim'e dayalı, hadis-i şeriflere dayalı tavsiyeler.
İşte böyle, bunları yapacağız. Yâni nerden açıldı?.. Peygamber Efendimiz'in duasından, "Asıl hayır ahiret hayrıdır." diyor.
(…)
İşte o zaman söylenmiş bir dua ama, biz bundan ne dersler çıkaracağız?.. Hayrın ahiret hayrı olduğunu öğreneceğiz, ahiret hayrını kazanmaya çalışacağız. Bir de dünyada meşakkatler çekileceğini öğreneceğiz.
Allah'ın en sevgili kulları Peygamber Efendimiz ve ashâbı, asr-ı saadet müslümanları ne sıkıntılar çektiler. Sen nesin?.. Ben neyim?.. Bizler 20., 21. yüzyılın insanlarıyız. Ne kadar asır sonra gelmiş insanlarız. Elbette en büyük mükâfatları ashaba, Peygamber Efendimiz'e Allah-u Teàlâ Hazretleri verecekken, dünyada onlar bu kadar sıkıntı çekmişler.
Elbette bizler de sıkıntı çekeceğiz. Bunlar imtihan. Yâni müslümanlığa bağlılığımızın kuvvetini ve samimiyetini, sağlamlığını anlamak için, isbat etmek için, denemek için, imtihan etmek için, Allah bu sıkıntıları getiriyor ki; "Bakalım benim mü'min kullarım sıkıntıların karşısında da imanlarına sımsıkı sarılıp iyi müslüman olarak yaşayacaklar mı?" diye müslümana böyle çeşitli sıkıntılar, imtihanlar gelir gelir gelir gelir... Mühim değil. Sabredeceğiz, mükâfat alacağız.
Ama sabrın sonunda da Allah zafer ve saadet ve selâmet veriyor. Misal: İşte İslâm tarihi, işte müslümanların ilk devirleri, ondan sonraki devirleri, bütün cihana hakim olmaları... Evet, ne zaman insanlar Allah'a yardım ederse, yâni Allah'ın dinine yardım ederse... Allah yardımdan müstağni ama, lütfen ve keremen ve lâtife olarak öyle buyuruyor Cenâb-ı Hak:
(İn tansurullàhe yensurküm ve yüsebbit akdâmeküm) "Siz Allah'a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder." (Muhammed: 7) buyuruyor. Halbuki Allah'ın yardıma ihtiyacı yok, lâtife eyliyor biz kullarına. Yâni "Allah'ın dinine yardım ederseniz, o zaman mükâfatlara erersiniz." demek açıkçası.
Onun için Allah'ın dininin yardıma ihtiyacı var. Allah'ın yardıma ihtiyacı yok, müslümanların yardıma ihtiyacı var... Mâlî yardıma ihtiyacı var, iktisadî yardıma ihtiyacı var, askerî yardıma ihtiyacı var, siyasî desteğe ihtiyacı var, ilim irfan öğrenmeye, tâlim ve terbiyeye ihtiyacı var... Her şeye ihtiyâcı var. Hepimizin çalışması lâzım!..
Fransa'da iki doktor müslüman olmuş. Ben Lion'a gitmiştim. [1980'li yıllarda]
"--Hocam, burada iki Fransız kökenli, Fransız müslüman var." dediler.
"--Tanışalım şu mübareklerle..." dedim.
Yâni Avrupalı, kökeni Fransız, hıristiyanken dönmüş müslüman olmuş. "Tanışalım!" dedim.
"--Burada yok." dediler.
"--Nereye gitmişler?"
"--Afgan Savaşı'na gittiler. Bunlar tatil oldu mu, yıllık izinleri oldu mu, hastaneden izin alırlar, karıkoca Afganistan'a giderler. Tatilleri boyunca Afganistan'da çalışırlar." dediler.
Gözlerim yaşardı, hayran kaldım o kardeşlerimizin şuuruna. Hem de gitmeden önce ilâç fabrikalarını dolaşıyorlarmış, hayır hasenat olarak ilâçları topluyorlarmış. Pamuklar, sargı bezleri, antibiyotikler, iğneler, haplar... neyse, onları da yanlarında beraber alıp Afganistan'a gidip, Ruslar'a karşı çarpışan mücahidlerin arkasında, cephenin arkasında, yaralılara yardımcı oluyorlarmış. Acaba Türkiye'de kaç tane kardeşimizin aklına geldi de, böyle Afganistan'a gitti de, yardımcı oldu?.. İşte şuur, işte ihlâs olunca böyle oluyor.
(…)
Şimdi bazı iddialar duyuyoruz da, herhalde ruhen hasta filân bazı kimseler, veyahut daha başka şekillerde, peygamber sanıyor kendisini... Öyle şey yok!..
Gözüne bir şey görünen, kendisini bir şey sanıyor. Halbuki Yunus Emre'nin sözü, ilâhîsi çok hoşuma gidiyor:
Er yarın Hak divânında belli olur!
Sen burda istediğin kadar böbürlen, hindi gibi kabar, yüksekten at, tut; kıymeti yok! Er yarın Hak divânında belli olur! Bakalım orda Allah sana ne muamele edecek; mükâfât mı verecetk, cezaya mı çarptıracak?.. Kahrına gazabına mı uğratacak, lütfuna, rahmetine mi erdirecek?.. Mühim olan o!.. Burada öyle atıp tutmanın kıymeti yok.
(…)
Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye gelince, bizim için ibret alınacak güzel bir şey yaptı. Mekke'nin muhacirlerinden birisiyle, Medine'nin ensarından birisini, böyle iki iki kardeş etti. Bir ensar, bir muhacirle, bir ensar bir muhacirle... Böyle böyle kardeş oldular oldular... Hepsi kardeş oldular, oldular, el ele tutuştular. Sayı tekmiş demek ki, Hazret-i Ali Efendimiz kaldı. Biraz da mahzun oldu, yutkundu, duygulandı.
Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--Sen de benim kardeşim ol!"
O muàhàt meselesinde Peygamber Efendimiz'in kardeşliğine de nâil oldu. O da bir büyük fazîlet...
Hazret-i Ali Efendimiz'i sevenler boşuna sevmiyorlar ama, seven sevdiğine itaat eder. Aynen Hazret-i Ali gibi olmak lâzım! Namazlı, niyazlı, Kur'an'lı, imanlı, mücahid, Allah yolunda, Allah'ın rızasını kazanacak şekilde olmak lâzım!
(…)
Ben Türkçemizi de seviyorum. Yabancı kelimeleri, hele soysuz köksüz yabancı kelimeleri atmak istiyorum, hoşuma gitmiyor. Millet tabii bunun belki farkında değil. Biz bu hususta biraz da onları uyarmak istiyoruz. Burda arkadaşlarıma ben şaka yapıyorum, biraz yabancı kelime kullandılar mı, cezayı basıyorum: "On dolar ceza yedin!" filân diyorum, anlıyorlar. Para aldığım filân yok ama, ben böyle cezayı basınca düzeltiyorlar, Türkçesini buluyorlar.
Hazret-i Ali Efendimiz'in meziyetlerini anlatırken, böyle Türkçeden bir fasıl açtık, parantez için, cümle-i mu'tarıza içinde bunları söyledik.
Şimdi Hayber'e hücum edecek ordunun başına subaşı lâzım, emir lâzım, buyurucu lâzım, yönetici lâzım!.. Diyor ki Peygamber Efendimiz:
"--Yarın bu askerin başına bir emir tayin edeceğim, sancağı onun eline vereceğim. Öyle bir kimseye vereceğim ki, o Allah'ı sever, Allah da o vereceğim kişiyi sever!"
Allahu ekber!.. Şu sözün güzelliğine bak! Ordunun başına Allah'ın sevdiği, Allah'ı seven, Allah aşıklısı, aşık-ı sàdık bir kahraman tayin edecek Peygamber Efendimiz. Herkes geceleyin heyecan içinde yatıyor. Hazret-i Ömer diyor ki: "Yarın ordunun başına beni geçirse Rasûlüllah, sancağı bana verse diye, hiç bir şeyi bu kadar istememiştim." diyor.
Sabahleyin kalabalığa döndü Peygamber Efendimiz, şöyle bakındı. Herkes beni de görsün diye, biraz yerinden başını kaldırıyormuş belirginleşmek için. Bakmış, bakmış Peygamber Efendimiz... Yâni gelişigüzel bir kimseyi tayin etmiyor, bir belirli kimseyi tayin edecek. O da muhakkak ilâhî bir işaretledir.
"--Ali nerede?" diye soruyor.
Diyorlar ki:
"--Çadırında... Gözü fena halde ağrıyor, hasta, rahatsız."
"--Çağırın!.." diyor.
Hazret-i Ali Efendimiz fena halde, gözü ağrır vaziyette geliyor. Çadırındayken çağrılıyor, geliyor. Peygamber Efendimiz onun gözüne müdahale ediyor, ağrısı o anda geçiyor. Sancağı eline veriyor.
Demek ki, burdan ne anlıyoruz: Allah'ı çok seven, Allah aşıklısı, Allah yolunda canını vermeye razı bir mübarek; Allah'ın da sevdiği bir kimse...
Bir de Aşere-i Mübeşşere'den. Ne demek Aşere-i Mübeşşere?.. Peygamber Efendimiz on kişiye, dünya hayatında iken, "Sen cennetliksin!" diye açıkça beyan atmiş. Şımarmayacak insanlar bunlar. Açıkça söyledi. Bunlara, ismen açıkça, "Sen cennetliksin!" dediği kimselere, (El-aşeretül-mübeşşeretü bil-cenneh) "Cennetle hâl-i hayatlarında müjdelenmiş on kişi" adı verilir. Kısaca, Arapça kelimelerle Farsça terkip olarak Aşere-i Mübeşşere deniliyor.
Hazret-i Ali Efendimiz Aşere-i Mübeşşere'den, cennetlik olduğu muhakkak olan bir kimse. Şehid olarak da vefat etti, şehidler zâten cennetlik. Mübareğin neresinden baksak, etrafını çepeçevre dönsek, hangi cephesine baksak pırıl pırıl, ışıl ışıl mübarek... Allah şefaatine erdirsin...
Allah, yolundan ayırmasın... Onu sevenleri de ona benzetsin... Onu sevip de İslâm yolundan, Kur'an yolundan aykırı yollara gitmekten korusun...
Çünkü bazen onu seviyorum diyenler, İslâm'ın emirlerine, Kur'an'ın emirlerine, Peygamber Efendimiz'in hadislerine aykırı yaşıyorlar, hareket ediyorlar. Ben onlarla çok konuştum. Gittim, anlattım, makalelerimde yazıyorum. "Bak bende ailemizdeki rivayetlere göre Hazret-i Ali Efendimiz'in evlâdındanım, Peygamber Efendimiz'in torunlarındanım. Bu gidişatınız yanlış. Kur'an'a bağlanın, namazı kılın! namazsız olmayın, Kur'an'sız olmayın! Haramları bırakın, içki içmeyin!" diye kendim anlatıyorum. Beni bilirler, ben açıkça söylüyorum.
Allah hepimizi kendisinin sevdiği çizgiye, yola, yere, noktaya getirsin... Rızasına aykırı ömür geçirmekten hepimizi korusun...
(…)
Allah-u Teàlâ Hazretleri bizi İslâm tarihini tam okuyup, tam anlayıp, sahabe-i kirâmın hepsini sevip; özellikle Hazret-i Ali Efendimiz'i, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin efendilerimizi de sevip, onların şefaatine ermeyi nasîb eylesin... Cennetiyle cemâliyle bizleri müşerref eyleyip, onlarla cennette buluştursun...
Sohbetin tamamını dinlemek için;
http://www.iskenderpasa.com/E6F8ED18-5315-4C87-8890-81334901E9B5.aspx
(Merhum Prof. Dr. M. Es’ad Coşan ve Merhum Mehmed Zahid Kotku Hocaefendilerin kitaplarını büyük bir titizlik ve emekle yeniden istifadeye sunan Server İletişim yönetimini tebrik ederim. İlk defa neşredilen eserler ve tekrar yayına hazırlanmış haliyle daha önce okuyucu ile buluşmuş eserlerin tamamı muhterem Hocaefendilerin sevenleri için çok büyük bir fırsat. O eserleri sadece kendimiz alıp okumakla kalmayıp eş, dost, akraba ve arkadaş çevremize de ulaştırmalıyız. Allah, emeği geçen herkesten razı olsun.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.