Ahmet Müfit KUTLU
ESKİ İSTANBUL
B.
Hatıralarımda kalan bir şehri özlemle anarım .. Dünyanın en güzel ve en gizemli şehirlerinden biri olan İstanbul’u ..
Kaybolan İstanbul’u hep ararım Anadolu’muzun cennet bir köşesinde .Kulaklarımdan hiç eksilmeyen çıngırak sesleri ve martı çığlıklarıyla .
Kaybolan eski İstanbul’u hep ararım.
Ahşap iki, üç katlı evleri , bana İngilizce dersi veren Özgen Abla’yı , dışarıyı seyretsin diye bebeğini pencereye oturtan Yıldız’ı ,bayramda el öpüp bahşiş aldığımız Edip Amca’yı mazide bıraktım .
Etyemez Sultansuyu Çavuşzade Cami sokağından geçen seyyar satıcılar da zaman tünelinden geçip kayboldular .
Gözlerimi kapatıp çağırınca geliyorlar “Eskiler alıyom ! Eskiiciii ! “
Beş çocuklu şakacı Amca’m beliriyor kapının yanında .
Eskici’yi çağırıp bir şeyler söylüyor duyamıyorum .
Eskici şaşırmış bakıyor.
“Ne dedin Amca ? “ diye sorduğumda kahkalarla gülüyor .
“ Benim hanım da eskidi , onu da alır mısın ? “ diye takıldım.
Cerrahpaşa Hastanesinin karşısındaki boş arsada kurulan bayram yerinde neler yok ki ..
Kayık salıncaklar , cambazhane çadırları ,macuncular,baloncular , kiralık bisikletler..Kilosu beş kuruştan hurda demir ve kilosu üç kuruştan kırık cam satışından kazanılan , bayramda el öperek toplanan paralar burada yerini buluyor .
Samatya ,Cerrahpaşa,Yedikule ve Koca Mustafa Paşa , ücra ve fakir İstanbul ..
Ama kapkaçcılık yok,hırsızlık yok ,kaldırımlarda üst üste binmiş otomobiller,trafik homurtusu yok .
Sırtındaki meşe askılığın iki yanında salınan tenekeleriyle tarihi taş çeşmeye yaklaşan ceza evinden yeni çıkmış olan sucu Memet ‘in narasıyla kaçışıyor yalakta oynayan çocuklar :
“ Volta ! Volta ! “
Sucu Memet sırım gibi omuzlarıyla suyu olmayan fukara evlerine su taşıyor. Aldığı üç beş kuruşla nafakasını ve en kötüsü alıştığı esrarın parasını denkleştirmeye çalışıyor . Ama Memet hırsızlık yapmıyor, mahallenin kadınına ,kızına yan gözle bakmıyor. Garip,fakir ama başı dik .
İstanbul’un taşı toprağı altındır sözüne inanıp köyünü terkedip gelen Kastamonu’lu leblebici sırtında heybesiyle yolun başında belirdi .
“ Sarı alıyom,bakır alıyom,çinko alıyom … Leblebici ! “
Pencerede Hüsnüye Abla elinde bakır tencereyle çıngıraklı yoğurtçuyu bekliyor .
“ Silivri kaymaaak ! Yoğurtçuuu !
Turşucunun yolunu kesen çocuklar içine birer parça salatalık konmuş bardaklarda tercihleri kadar acılı turşu suyu içiyorlar.
“ Turşucuuu ! Lahna biber tur-şu-su ! “
Çelik-çomak oynayan ,çember çeviren , bilye ,gazoz kapağı oynayan ,topaç çeviren çocuklar sırtında küfeleriyle yaklaşan bir katırı fark edince kenara çekiliyorlar .
“ Ey(i) vişne ! Ey(i) vişne !!!”
Çocuklardan hemen karşılık geliyor .
“ Ey vişne ! – At gibi kişne ! “
Çavuş üzümü satıcısı , at arabalarında hasır sepetler içindeki cam damacanalarda satılan Hamidiye suyu , mevsiminde ortaya çıkan dondurmacılar .. Bezlerle sarılmış iç içe kaplarda talaş ve buzla sarılı dondurmadan hiç yenmez mi ? Külahın üzerine kapak gibi yapıştırılan dondurma erimeden ve yere düşmemesine de dikkat edilerek “çabuk bitmesin” diye yalanarak yenir.
Pazar günleri oyunlara eşlik eden çan sesleri Yedikule ve Samatya’daki kiliselerden yankılanır.
Çocuklar hep bir ağızdan bağırışırlar.
“ Bu gün günlerden Pazar – Gavurlar azar “
Bu masum protestonun dışında büyükler tepki vermezler .
Akşam yemeğinde kıvırcık salata ve taze soğan isterse babalar , mahalledeki iki büyük bostandan birinin yolu tutar çocuklar.
Bostancı , elindeki şişe geçirdiği sicim gibi ince dalın üzerine koca havuzdan daldırdığı kıvırcıkları,taze soğanları ve turpları diziverir.
Zaten o gün bizim sokaktan Siirtli balıkçı geçmişse, tavada nar gibi kızarmış palamutlar da hazır demektir. Arkasından tahin helvası yenmezse olmaz.Balığın demirbaşıdır helva.
Buzdolabı denilen eşya, ismi duyulup cismi bilinmediğinden akşam yenecek olan karpuz file içinde saatler öncesi bahçedeki kuyuya sarkıtılmıştır.
Hele ramazan aylarında bir başkadır mahalle .. Top atılıp kandiller yanınca çocuklar hep bir ağızdan bağrışırlar .
“ Kandiller yandııı ! - Oruç bozulduuu !“
Geceleri saklambaç oynamanın da zevki başkadır ama gündüzleri o kadar çok koşulmuş ve oynanmıştır ki akşam yemeğini yer yemez köşedeki minderin üzerinde sızılır.
O dünyada, televizyon, internet hatta transistörlü radyo bile yoktur. Oyunların her çeşidi arkadaşlarla oynanır . Acayip sınavlar, dershaneler bilinmez . Kursun en iyisi komşu abladan alınır. Ortaokulu bitirenlere de devlet kapıları açılır.
Ay başı geldi mi maaş hazır ..
Merhum Türkçe öğretmenimiz Sakallı Baha Efendi’nin ifadesiyle “Çocuklar şu ortaokul şahadetnamesini (diploma) almaya bakın . Devlet barem kapılarını açıyor .Aybaşı geldi mi maaş hazır .Bozdur bozdur ye ! Bozdur bozdur ye ! “
Sonra memur olunca kız isteme ve alma şansı da artar “ Memurun ölüsü de para ; dirisi de para “
Böyleydi eski İstanbul’umuz ..
Güzel komşuluklar vardı .
Yollarımız Arnavut kaldırımıydı ama yürürken kimse üzerinize çamurlu su sıçratmazdı . Oto park kavgası bilinmezdi.
Mahalemizde havuzlu bostanlar, çitlembik ağaçları, incir ağaçları , 25 kuruşa üç filim seyrettiren sinemalar vardı.
Kızılderililerin sardığı göçmen arabalarının arkasına saklanan çaresiz insanları kurtarmaya gelen süvarilerin borazan ve nal seslerine bizim sevinçten haykırışlarımız karışırdı. Tarzan,Ceyn ve Çita bizi heyecanlandırırdı. Tarzan’ın o yürek yakan haykırışı ile tüylerimiz diken diken olurdu. Bir filmin öpüşme sahnesinde karanlık salonda bir heyecan dalgası oluşur ve biraz sakalı çıkanlar “Eyyy Muuuz !” diye bağırarak coşarlardı. Film şeritleri sık sık kopar.Işıklar yanınca millet “Makiniiiist!” diye bağırırdı.
Bilya (cicoz) gazoz kapağı biriktirir,yutmacasına oynar,topaç çevirir,çember yürütürdük.Birdirbir,uzun eşek,körebe ve nice oyunlar icat eder oynardık. Bisikleti olan arkadaş yoktu ki binelim .Topumuz bile yoktu.Evinin temel kazımında define çıktığı iddia edilen Samim’in topu alınana kadar da top görmedik. Takımları o kurardı.Alman Sevim Hanım’ın bitişiğindeki boş arsada topu kadının duvarlarına çarptırarak çift kale maç yapardık. Arkadaki tek göz odasında da “Saraylı” denilen bir acuze kadın barınırdı.
Teksas,Pekos Bill,Mandrake dergilerine ayıracak paramız olmadığı için komşu çocuğundan emanet alır heyecanla okurduk.
O zamanlar hormonlu domatesler, çirkin beton binalar , motor homurtuları , aynı binada oturup birbirine selam vermeyen, tanımayan , otobüste ,tramvayda yaşlı insan görünce başını cama çeviren çocuklar yoktu.
Etyemez tramvay durağındaki demiryolu köprüsünü geçince yıkık surların dibinden denize girerdik .
Dümbüllü İsmail geçerken sokağımızdan biz oynamayı hemen keserdik.
Tramvayın ilk vagonu birinci mevki (kırmızı) ikincisi yeşil idi. Ve ben ucuz olduğu için üç kuruş verip ikincisine binerdim .Sultanahmet’teki Amerikan Lisan dershanesine giderken biletçi verdiğim beş kuruşun üstünü vermemişti. Bekledim,bekledim,sonra “unutmuştur” diyerek sessizce durakta indim . Dönüşümde aynı tramvay denk gelince bu defa biletçinin eline üç kuruş yerine bir kuruş sıkıştırdım. “Ne bu ? Eksik ..” dedi. “İki kuruşu gelirken fazla ödemiştim “ Kafasını sallayıp kesti biletimi..
Şimdi gözlerimi kapıyorum artık .
Ne zaman çağırsam İstanbul’u , eski bir film gibi hayal ekranımda beliriyor 60 sene öncesinin gizemiyle.
Çam ve zeytin ormanlarıyla bezenmiş Kaz Dağlarının eteklerindeki Altınoluk sahillerinde ufka dalarken yorgun bakışlarım , ben de Orhan Veli gibi yapıyorum artık .
Hayalimde kalan, doğduğum ama doyamadığım o eski ve güzel olan şehirden çok uzaklarda, gözlerim kapalı ; yıllar öncesinin İstanbul’unu dinliyorum .
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.