xxxx1
28 Şubat bitti ama bizi de "bitirdi"
28 Şubat üzerine yazdığım -biraz ironik, biraz parodik- bir yazıdan ötürü yargılanmıştım. Hâkim, yazıdan -davanın açılmasına yol açan- uzunca bir paragrafı -üşenmeden- okuyarak, "ne demek istiyorsunuz burada?" diye sormuştu bana.
"Ne demek istediğim orada yazıyor; siz de üşenmediniz, okudunuz zaten!" deyince, "Ben buradan bir şey anlayamadım pek," demişti. Ben de, "o hâlde, anlamadığınız bir yazıdan ötürü ne davası açtınız?" diye tepki verince, hâkim, suçsuzluğuma karar vermişti.
Önemsiz bir davaydı nihayetinde. Ama bizi susturmak, yıldırmak istiyorlardı. O vakitler, İslâmî medyada bile "örtük" bir 28 Şubat projesi uygulanıyordu. Şu ân, iktidarın gözüpek "sözcülüğü"nü yapan dünün İslâmcı yazarları, -ve bizim sahip çıktığımız liberal yazarlar-, 28 Şubat projesinin İslâmî medyada da uygulanması için taşeronluk göreviyle iştigal ediyorlardı!
İslâmî medyadaki bu tür girişimleri püskürtme girişimlerinde bulunduk; ama başımıza gelmedik kalmadı!
28 Şubat günlerinde Akif Emre'yle ben gazetenin başındaydık, sırasıyla. İkimiz de cansiperâne direnmiştik 28 Şubat'ın dondurucu ayazına, tipisine ve kışına.
Fethullah Gülen Hocaefendi'yle ilgili kasetler medyaya servis edildiğinde, -bugün cemaat'e ve iktidar'a reverans yapmaktan çekinmeyen- bu tür işlerde başrol oynayan "medyatörler"in afrodizyak bir coşkuyla 28 Şubat sözcülüğü ve gözcülüğü yaptıkları sırada, gazetenin başında ben vardım: Hem bu kaset saldırısına (ki, bu nedenle, Hocaefendi'den özel teşekkür mektubu almıştım), hem de genel anlamda 28 Şubat'ın bütün ilkel saldırılarına karşı olanca gücümüzle direnmiştik. (Meselâ ilk yaptığım işlerden biri, dört başörtülü arkadaşı editör yapmak olmuştu!) Bütün İslâmî medya, çok iyi sınav vermişti, başlangıçta.
Ama zamanla ürpertici bir paradoksla karşılaştık: 28 Şubat projesini, bizatihî bu projenin kendilerine karşı yapıldığı İslâmî kesimler, hayata geçirdiler! Başörtülüleri televizyon ekranlarından uzaklaştıranlar, işyerlerinden kovanlar, en aşağılık işlere mahkûm edenler, en düşük ücretlerle çalıştıranlar onlardı / "bizdik" yani! Aslında 28 Şubat, başarısını, İslâmî kesimlerin, çabuk hizaya gelmelerine, bedel ödemekten kaçınmalarına, kolaylıkla pes etmelerine ve ürpertici bir savrulma yaşamalarına borçluydu!
28 Şubat, bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştü: Asillerle, köle ruhluları birbirinden ayırmamızı kolaylaştırabilecek bir kerteriz olmuştu.
28 Şubat'ın bu turnusol kâğıdı işlevine dönük yazdığım yazılar, bazı çevrelerde, 28 Şubat'a karşı "sessiz" kaldığım şeklinde bir izlenim oluşmasına yol açmış. Bunu, yakınlarda öğrendiğimde, çılgına döndüm.
Halbuki, 28 Şubat'ın neden olduğu sosyal ve siyasî yaralara, yol açtığı zihnî savrulmaya en küçük tereddüt göstermeden direnenlerin başında yer alan kişilerden biri de bendim: "İslâmcılık bitti" diyenlere, "İslâmcılık, asıl şimdi başlıyor; İslâmcılık bize asıl şimdi lâzım. Bugün İslâmcılık bitti diyenler, yarın, İslâmcılık yapmaya başlayacaklar" demiştim. Şimdi bu kişiler, İslâmcılık yapıyorlar!
Gelmek istediğim nokta, hayatî bir nokta: Bazıları, 28 Şubat'ın bittiğini düşünüyorlar! Ama 28 Şubat'ın bizi nasıl "bitirdiğini"; bu ülkenin ruh-köklerini nasıl dümdüz ettiğini; bizi onarılması çok zor bir zihnî savrulmanın eşiğine nasıl fırlattığını; bu ülkenin varlık nedenini ve gelecek ufkunu oluşturan direnç noktalarını nasıl birer birer kırdığını, yerle bir ettiğini; bizi, bütün İslâmî kesimleri hormonlu kişilere dönüştürdüğünü; nasıl berbat bir şekilde, güle oynaya, hızla ve hazla sekülerleşmenin eşiğine getirip bıraktığını; bizi, nasıl bu ülkenin hırsızları, yolsuzları, tuzu kuru yeni semirmiş dinci-kapitalistlerine dönüştürdüğünü konuşan var mı? Neden yok, peki?
Hükümetin, askerî vesayet rejimine karşı verdiği, ruhsuz zorbalara, talancılara karşı sürdürdüğü mücadele, elbette ki, her türlü takdirin üzerindedir. Bu bir gerçek.
Ama gerçeğin bir de öteki yüzü var: İşte onu göremeyecek kadar gerçeklik duygumuzu yitirdiğimizin farkında mıyız, merak ediyorum doğrusu. 28 Şubat'la birlikte nasıl bir metamorfoz yediğimizi, İslâmî "dil"imizi, duruşumuzu, düşünme ve varoluş biçimlerimizi nasıl yitirdiğimizi görebiliyor muyuz? Neyi yitirdiğimizi hatırlayabilecek melekelere sahip miyiz hâlâ?
Wittgenstein gibi, "yırtılan yırtılmıştır" diyebilecek kadar ayaklarımız yere sağlam basmıyor bu topraklarda henüz. 28 Şubat, bizi öyle bir anaforun, metamorfozun eşiğine fırlattı ki, kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz ama kılımız bile kıpırdamıyor!