Zararın neresinden dönülse kârdır

İş geldi, geldi ve Anayasa Mahkemesi üyeleri üzerinde doğrudan baskı anlamı taşıyan yayınlara kadar dayandı. Mahkemenin Başkan Yardımcısı Osman Paksüt'ün başına gelenler bu duruma küçük bir örnekti; yıpratma kampanyalarının esas hedefi ise Anayasa Mahkemesi Başkanı... Gün geçmiyor ki, çok satan gazetelerden birinde Başkan Haşim Kılıç hakkında bir tezvirat çıkmasın...

Hakkında yayın yapılan kişinin koltuğunun özelliği göz önünde tutularak alçak sesle yapılıyor tezvirat, ama sonuçta söylenen ve yazılanlar dalga dalga bütün ülkeye yayılıyor.

Bazı koltukların sahipleri yıpratıcı yayınlara da açık olmak zorundalar. Yargıtay son kararlarında politikacılar ve devlet yöneticilerinin aşırı da olsa eleştirilere tahammül etmeleri gerektiğine hükmetti. Politikaya atılan, devlet yönetmeye talip olan insanların eleştirilerden şikâyet etmeye hakları yoktur. Yalana-dolana sapılmadığı, mahreme girilmediği ve kişilik haklarına saldırılmadığı müddetçe, politikacılar, haklarında yapılan yayınları sineye çekmek zorundalar.

Yargıçlık öyle bir konum değil. Tersine, 'Türk milleti adına' karar veren yargıçların tezvirata maruz kalmamaları gerekir; özellikle de, kararları toplumu ve siyaset alanını yakından ilgilendiren, yüksek yargıda görevli yargıçların... Sağlıklı bir karara varmalarını sağlamak için yargı kurumuna gözümüz gibi bakmak zorundayız.

Anayasa Mahkemesi'nin son zamanlarda maruz kaldığı eleştirilerin bir bölümü verdikleri kararlarla ilgili ve mâkul sınırlar içerisinde; ancak bazı iddiaların ulu orta dile getirilmesi sınırları zorlamaya başladı. Haşim Kılıç'ın bir merkezden yönetildiği belli kampanyayla maruz bırakıldığı saldırı kabul edilebilir sınırların ötesinde.

İşin bu noktaya varacağından Anayasa Mahkemesi üyelerinin ve Başkan Haşim Kılıç'ın endişe duyduğu bugün daha iyi anlaşılıyor. Kısa süre önce yapılan medya uyarısında duyulan endişenin izleri var.

İlgili bölümü okumakta yarar var: "Sorunlar yargıya çözdürülmez. / Esasen toplumu ilgilendiren önemli siyasal sorunlar hakkında ilgili ve yetkili organlarca demokratik bir ortamda çözüm aranması, demokratik parlamenter sürece daha uygun iken, yargı organlarınca çözüme zorunlu bırakılması çağdaş dünyada hiç arzu edilmeyen bir tercihtir. Bu sonuca rağmen mahkememiz görevine yerine getirmekte bir an olsun tereddüt göstermemiştir."

Bu doğru bir tespit. Siyaset alanına giren ve çözümü siyasilerden beklenen bazı sorunlar, hafif bir vücut çalımıyla, Anayasa Mahkemesi'nin önüne taşınıyor. Bu da Anayasa Mahkemesi'ni siyasetin alanına sokuyor, üyelerini de siyasiler için makul görülen saldırılara maruz bırakıyor. Yargılama süreci uzun olduğu için de, yetişme tarzları ve meslekî alışkanlıkları bu tür saldırıları göğüslemeye müsait olmayan yüksek mahkeme yargıçlarının tahammülleri zorlanıyor.

Konuyu açıklama çıkar çıkmaz ele aldığım yazıda da dikkat çekmiştim: Şikâyet edilen konuda en büyük sorumluluk yine Anayasa Mahkemesi'nin... TBMM'nin iki anayasa maddesinde yaptığı değişiklik mahkemenin yetki alanı dışındaydı; siyasiler kendi aralarında siyasete uygun yöntemlerle sorunu görüşüp bir çözüme kavuşturabilirlerdi. Bunun yerine, anayasanın tersine hükmü ortadayken, CHP, konuyu Anayasa Mahkemesi önüne götürdü.

İşin garip tarafı, Anayasa Mahkemesi de konuyu ele alıp bir karara bağlamaktan geri durmadı.

Siyasi partilerin birbiriyle didişmeleri ve iktidar partisinin muhalefet tarafından yaylım ateşe tutulup gözden (ve mümkünse iktidardan) düşürülmesi doğaldır; ancak bunun Anayasa Mahkemesi eliyle sağlanması doğal mıdır? Oysa Anayasa Mahkemesi AB müktesebatıyla âdeta imkânsız hale getirilmiş parti kapatma konusunu görüşmekte de bir an olsun tereddüt duymadı.

Duymalıydı oysa...

Zararın neresinden dönülse kârdır. Anayasa Mahkemesi'nin saygınlığı ve üyelerinin itibarları her şeyden daha önemlidir. Anayasa Mahkemesi son gelişmeler ışığında durumu gözden geçirip kendi konumunu yeniden belirlemelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar