Fatma Ç. KABADAYI
YAZAR MERT ASLAN İLE SÖYLEŞİ
Yaşamda yerinde saymak yoktur... Mert ASLAN
//Rahibe sustu, başını kaldırıp göle baktı.
“Ben içimden gelerek gülmeyeli çok zaman oldu.” dedi hüzünlü bir sesle. “Gülüşlerimin yanak kaslarımı germekten ve dişlerimi göstermekten öte hiçbir anlamı olmamıştır.” diye de ekledi.
İmam, onun haline gerçekten üzülmüştü. Elinde olsaydı, o an için gözüne dünyanın en zavallısı gibi görünen bu acınası varlığa bütün sevgi ve şefkatiyle sarılmak ve birazcık olsun teselli edebilmek için dünya dolusu tatlı sözler söylemek isterdi; ancak birbirlerine dokunmaları ikisi açısından da ateşe dokunmak gibi bir şey olurdu. Birkaç saniye içinde dibine kadar battığı çaresizlikten dolayı kalbine öyle bir acı saplandı ki, başını göğe kaldırıp “Ah!” etmekten başka bir şey yapamadı.
Rahibe, duyduğu ıstırap dolu ses üzerine dönüp ona baktı. Gözleri ona yüzüne değdiğinde Muaz:
“Sorun nedir peki? Bir insanın bütün gülüşleri neden yapay olur ki?” diye sordu.
Rahibe Elenore:
“Bilmiyorum ya da bilmek istemiyorum.” diyerek konuyu kapatmak istediyse de, Muaz hiç değilse birazcık fikir edinmeye kararlıydı.
“Yalnızlık duygusundan kaynaklanıyor olabilir mi?” diye sordu.
Rahibe, acı acı güldü.
“Kim bilir?” demekle yetindi. Muaz tahmin ettiği şeyi duyduğu için, daha ileri gitmek istemedi…// Rahibe Elenore ve İmam. S. 81-82
“Rahibe Elenore ve İmam” isimli son romanından bir paragraf paylaştığım yazarımız Mert Aslan, Adana doğumlu olup Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne bağlı İngiliz Dili anabilim Dalı’ndan mezun. Halen Konya Selçuk Üniversitesi-Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olarak görevini sürdürmekte olan yazar, İletişim Bilimleri-Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bilim Dalı’nda doktora çalışmasına devam etmektedir. Kendisiyle kalemi ve edebiyatı hakkında sohbet etme fırsatımız oldu. Sizlerle de paylaşalım istedim.
“Hoş geldiniz sayın Mert Bey… Bugüne kadar ulusalda yayınlanmış dokuz farklı eseriniz oldu. Öncelikle Son eseriniz “Rahibe Elenore ve İmam” adlı romanınız hakkında birkaç soru sormak istiyorum. Gerçi daha önceki eserleriniz de, piyasadakilerden farklı romanlar… Bu romanda konuyu kaleme almaya nasıl karar verdiniz? Yeni baskı olmasına rağmen, hayli ilgi toplayan bu eseriniz için neler söylemek istersiniz?”
Hoş bulduk. Öncelikle, bu romanla birlikte İlk kez olaylar örgüsünün baştan sona Konya’da geçtiği bir roman yazmış oldum. Konya tarihsel doku açısından harika bir şehir! En azından iki yüz yıllık bir Selçuklu Devleti’nin muhteşem fiziğinin tüm görkemiyle ayakta durduğunu söylemek, okuyucuya bu konuda yeterli bir fikir verecektir. Konya’nın dışarıda biraz kötü bir imajı var; ancak bu geçmiş on yıllar içinde oluşmuş siyasal temelli bir yanılsamadan ibarettir. Bunlar arasında Konya’ya bir kez gelenler, şehre girdikleri ilk gün içinde o negatif önyargılarını kaybediyorlar. İnsaf, insanlığın yarısıdır. Bunları, bir Akdenizli olarak söylüyorum. Her neyse… Rahibe Elenore ve İmam, 1985 yılında şehirdeki tarihi kiliselerden birinde görevli İtalyan asıllı bir rahibe ile yakınlarındaki bir mescitte görev yapan bir imam arasında elim bir olayın ardından başlayan insanî ilişki ve dostluğun bir süre sonra duygusal bir moda geçmesiyle başlayan saf, sıra dışı, masum, bir o kadar da şiddetli olan aşkın ve topluma karşı verilmiş aşk savaşının hiç anlatılmamış öyküsüdür; ancak salt bir aşk öyküsü değildir. Aynı zamanda Hıristiyanlık ve İslam tarihi hakkında yoğun bilgi içeren öğretici bir romandır. Tragedya edebî türünde, ayrıca çok zevkli ve lezzetli bir dili var…
“Romandaki tasvir yeteneğiniz oldukça etkileyici. “Okur mekâna dalıp satır satır ilerliyor, roman olayı adeta yaşatıyor.” desem abartmış olmam diye düşünüyorum. Elbette bu, yılların birikiminin eseri. Okuyuculardan nasıl tepkiler aldınız?”
Türkiye’nin dört bir yanından çok hoş, aynı zamanda bilgilendirici, uyarıcı geribildirimler alıyoruz. Roman hakkında en çok söylenen söz, “Romanın sonunda koptum, dağıldım!” şeklinde oluyor. Çünkü olayların ritmi romanın sonuna doğru yavaş yavaş tırmanıyor. Son sayfalara gelindiğinde ritim ve heyecan öylesine artıyor ki, okuyucu bunalıma giriyor, neye uğradığını şaşırıyor. Oraya, “patlama noktası” diyorum.
“Daha önceki eserlerinizle ya da şöyle sorayım; ilk eserlerinizle son eserleriniz arasında edebiyat alanında ya da okuyucu kitlenizle farklılıklar var mı?”
Yazma becerisi araç kullanma veya savaşma becerisi gibidir. Yani yazdıkça gelişir. Beş hafta önce yazdıklarınıza bile baksanız, birçok düzeltme yapabiliyorsunuz. Bu da patinaj yapmadığınızı gösteriyor. Zaten yaşamda yerinde saymak yoktur, iki yönlü bir hareket vardır: Ya ileri gidersiniz ya da geri…
“Üniversitede öğretim görevlisi olarak eğitim hayatınıza devam ediyorsunuz. Edebiyat sevdanız başka bir alan. Bu alanda olmanızın öğrencilere okuma şevki vereceği kanısındayım. Ne kadar etkili olabiliyorsunuz diye sormak istiyorum.”
Onları ilgilendiren ve onlara yararlı olan bir yanı oluyor elbette; ancak çelişkisel olarak her şey uzaktan daha güzel ve cazip görünür. Çünkü uzaktakilerin gözünde “bir bilinmeyen”dir, “gizemli bir bölge”dir. Yakınınızdaki kimseler sizi merak etmezler. Çünkü sizi çözdüklerini ve bildiklerini sanırlar.
“Bazı yazarlar sadece sessizlikte çalışabilirler, kimi ise her ortamda yazabildiklerini ifade ederler. Sizin yazma ortamınız nasıldır? Şartlarınız, olmazsa olmazlarınız var mıdır?”
Duruma göre değişir bu. Ben genelde en az iki kitap üzerinde eş zamanlı çalışırım. Günün akışı içinde ruh halim hangisinin içeriğine uygunsa ona geçerim. Belirli bir yazma saatim yoktur; ama yazmama saatlerim vardır. Moralim bozuksa hiçbir şey yazmam örneğin. Çünkü yazamam…
“Okuma oranının yazma oranından az olduğunu düşünüyorum. Yazanların arasında kalite farklılıkları da başka bir konu. Sizin bu konuda düşünceleriniz nedir?”
Şimdi bazıları “Kardeşim, eline kalemi alan kitap yazıyor!” diye yakınıyor. Bence ağzı olanın konuşma hakkı varsa, kalemi, yani yeteneği olanın da yazma hakkı mahfuzdur. Neden yazmasın? Ama yazar sayısı arttıkça kitap kalitesinin düştüğü de muhakkaktır. Öte yandan, uygar dünya içinde Türkiye’deki okuyucu sayısının oransal olarak düşük olması ayrı bir sorun, nitelikli okuyucu sayısının yetersizliği apayrı bir sorundur. Öyle okuyucular var ki, kitabı okumadan ya da anlamadan yorum yapmaya girişiyor. “De/da” ekinin ya da “ki” ekinin nerede ayrı, nerede bitişik yazılması gerektiğini bilmeyen adamlar bile bir kitabınıza veya köşe yazınıza yorumlar döşeniyor. Okuyorsunuz ve diyorsunuz ki, “Bunları yazarken bu şahsın söylediği şeyler aklımın kenarından bile geçmemişti. Acaba bunu nereden çıkarıyor?” Bir türlü anlayamıyorsunuz. Bir de görünmez olabildiği sanal ortamda konuşurken, sorumluluk, kibarlık ve ahlak gibi kavramların darmadağın olduğunu görüyoruz. Üzücü şeyler…
“Edebiyat yarışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce hak yerini buluyor mu?”
Şimdiye dek hiç katılmadığım için, bilmiyorum doğrusu. Sanırım biraz sağlamcıyım. İçinde neyin, ne miktarda bulunduğundan kesin olarak emin olmadığım kapalı bir ürünü almaktan hep kaçmışımdır.
“Allah’ı Sevme Sanatı, isimli kitabınız hakkında bilgi verir misiniz? Nasıl yazdınız? Amaç neydi? Ulaşıldı mı?”
Sevmek, bir sanattır. Allah’ı sevmekse, çok daha düzeyli, nitelikli, ışıltılı ve kutsal bir sanattır. Evren ve doğa tabloları “büyük sanatçı” olan Allah’ın görebildiğimiz ve dokunabildiğimiz en görkemli sanat yapıtlarıdır. İnsan ise doğa tablosunun içindeki başyapıttır. Her insan daireler gibi birbiri içine geçirilmiş olan evren, doğa ve kendisini tasarlayan büyük tasarımcı ve sanatçıyı tanımak, bilmek, sevmek ve ona teşekkür etmek gibi bireysel bir sorumluluk altındadır. Üstelik bu, hayatı anlamlandırmanın ve mutlulukla doldurmanın biricik kaynağıdır. O halde öncelikle kabul edilip yapılması gereken şey, onu tanımaktır. Çünkü tanımadığımız birini sevemeyiz.
“Siz de iyi bilirsiniz ki eserin kapağı ve ismi, bazen içerikten daha fazla önem taşır. Belki de yazar için en zorudur bunlara karar verebilmek. Kitap kapağı içeriği hakkında okura bilgi verebilmeli ya da merak uyandırabilmeli düşüncesindeyim. Kapak tasarımlarına siz mi karar veriyorsunuz yayıneviniz mi?”
İsim ve kapak tercihleri son derece yaşamsal önem taşır. Dünyanın en iyi romanını yazmış olsanız, salt kötü bir isim veya kapak nedeniyle mahvolabilir. Ne gören olur, ne de duyan… O derece önemlidirler. Şu ana dek her iki konuda da yayıncıyla birlikte karar verdik; ama sonunda fotoşop öğrendim ve yayınevi izin verdiği sürece kapak çalışmalarına el koyma niyetindeyim.
“Yakın gelecek için projeleriniz hakkında ipucu alabilir miyiz?”
Yeni roman çalışmalarım var; ne var ki uzun vadede asıl vizyonum bütün dünyada okunan bir yazar olabilmek ve daha önemlisi hepsi de sinematografik doğalı yapıtlar olan romanlarımın filme uyarlanmasıdır.
“Kitap yazmayı düşünen kalem sevdalılarına ne gibi önerileriniz olabilir? Paylaşır mısınız?”
Öncelikle merak, aşk ve tutku… Sonra çok okumak, çok tartışmak, bol bol beyin fırtınası yapmak ve yazma egzersizleri yapmak. Yazarlık gibi bir hedefiniz varsa, önce kısa öykü ve deneme türüyle başlamak daha emin bir yoldur. Denemeden fikir kitaplarına, öyküden novella ve romana otomatik geçiş yaparsınız.
“Türkiye’de nasıl bir Edebiyat ortamı olmasını dilerdiniz?”
Yeterince zengin bir edebî kültürümüz olduğunu kabul ediyorum; fakat kişisel olarak yerel ya da fazla Anadolu kokan bir edebiyattan ziyade, uluslararası standartlarda bir edebiyatın gelişmesini arzu ederdim. Artık çağdaş elektronik ve dijital iletişim teknolojileri sayesinde dünyanın her yeri bir tek yer haline gelmiştir. Hepimiz birbirimize bir tuş yakınlığındayız. Adeta aynı köyde yaşıyor gibiyiz. Böylesine iç içe geçtiğimiz, istediğimiz anda birbirimize dokunabildiğimiz, olabildiğince küçülmüş bir dünyada “yerellik” pek iyi bir fikir olmasa gerek… Kişisel olarak, metin kalitesi açısından üslup olarak klasik batı edebiyatı bana daha cazip ve yararlı görünüyor. Her şeyden önce “evrensel” nitelikte olduğunda kuşku yoktur. İngiliz Dili hocası olmanın da etkisiyle hep oradan beslendiğim için, kendim de genelde o tarzda yazıyorum.
“Muhakkak okunmalı dediğiniz üç yazar ve kitap ismi öğrenebilir miyiz?”
Kısaca, genelde batı edebiyatını, özelde ise Tolstoy, Dostoyevski ve özellikle de Hugo’yu okumamış, incelememiş ve enikonu anlamamış birinin iyi bir yazar olabileceğine pek inanmam. Çalışmaları sığ ve büyük olasılıkla da yerel kalır.
“Köşe yazarlığı, kaleminin paslanmasını istemeyen her yazar için gereklidir, diye düşünüyorum. Siz de düzenli köşe yazıları ile okurlarının karşısına çıkan bir kalemsiniz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?”
Uzunca bir süredir köşe yazarlığı da yapıyoruz. Bu insanı canlı ve üretken kılıyor. Dediğiniz gibi, paslanmayı önlüyor. Size tamamen katılıyorum.
“Vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum.”
Okuyucularımızla iyi bir paylaşıma vesile oldunuz. Asıl benim teşekkür etmem gerekiyor... Herkese yürekten sevgiler gönderiyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.