Yakın Tehlike

Günlerdir TBMM’de kıran kırana görüşmeler yapılıyor. Anayasa maddelerinin değiştirilmesi kimilerinin konforunu bozacak, kimilerinin saltanatını sarsacak. Eski düzeni aslanlar gibi savunan bazı vekillerin bir taraftan da kendi konumlarını güçlendirme gayretleri vatandaşın dikkatinden kaçmayacaktır.

Milletvekilleri uykusuz geceler geçirirken, partiler gruplarına hâkim olma mücadelesi verirken, ülke için dev meselelerin konuşulduğundan habersiz hastanelerde bazı insanlar acı içinde kıvranıyor, kirasını ödeyememiş yoksul vatandaşımız ev sahibinin karşısında ecel terleri döküyor.

“Yakın tehlike büyük tehlikedir” her zaman. Dişiniz şiddetle ağrırken ülkenizin işsizlik rakamlarını, bebek ölümlerinde dünyada kaçıncı sırada olduğumuzu size kimse duyuramaz. Zira dişiniz size çok yakındır ve acı yüreğinize işlemiştir bir kere.

Personelle hasbihal ve bilgilendirme için bir araya gelmişken herkesin kendi hikâyesinden bahsetmesini, baktığı pencereden hayatın nasıl göründüğünü anlatmasını arzu ediyoruz.

Mehmet Okumuş isimli arkadaşımız söz alıyor ve çocukluk yıllarından bahsediyor muzip bir eda ile. İlkokul ikinci sınıftayken üç beş arkadaşı ile Yeşilköy sahiline yüzmeye giderlermiş.

Tek dertleri evlerinden sahile giderken binecekleri dolmuş ile banliyö trenine binmek için jeton parası bulmakmış.

Yol parası bulabildikleri bir gün üç beş kafadar yine çıkmışlar yola. Saatlerce yüzmüşler, eğlenmişler. Dönme vakti geldiğinde onlardan Mehmet’i kötü bir haber bekliyormuş.

Mehmet Okumuş’un pantolonu kaybolmuş. Daha doğru bir ifadeyle, pantolon çalınmış. Şortla ortada kalan Mehmet’in pantolonu düşünecek hali yokmuş. “Evde pantolonun yedeği var nasılsa” diye düşünmüş. Onun takılıp kaldığı konu pantolonla birlikte giden, pantolonun cebindeki yol parasıymış.

Arkadaşlarında sadece kendilerini eve ulaştıracak kadar yol parası varmış ve yürüyerek gidilemeyecek kadar da uzakmış evleri.

Mehmet, ne yapsam diye uzun uzun düşünse de işe yarar bir formül gelmemiş aklına.

Trene binmek üzere gitmişler. Jetonu olanlar geçip gitmiş, sıra Mehmet’e gelmiş. Görevli memur, karşısında şortla bekleyen çocuğun jeton atmasını beklerken o, “Pantolonum çalındı, yol param da cebindeydi!” demiş.

Müsaade etseniz de geçip gitsem diyememiş ama hal dili ile bunu söylüyormuş.

Görevli, “Ben bu hikâyeleri her gün çok dinliyorum” deyip kestirip atmış.

9 - 10 yaşlarındaki Mehmet’in bütün hayalleri yıkılmış, ne yapacağını bilemez halde bir de yalancılıkla suçlanmanın verdiği acıyla kıvranırken bir vatandaş imdada yetişmiş, “Bu çocuğun yüzünde yalan söyleyecek bir ifade var mı?” diye görevliyi azarlarmış. Sonra da görevlinin konuşmasına fırsat vermeden bir kişilik ödemeyi yaparak Mehmet’in geçişini sağlamış.

O anı hiç unutamayan Mehmet bugünlerde, “Bir tek jetonla sanki bütün tren istasyonu, tren, hatta İstanbul sanki bana bağışlandı” diyor ve noktayı şöyle koyuyor: “Zor durumdaki bir insana yapılacak küçük bir yardımın bile ona nasıl büyük bir destek anlamına geldiğini, başkalarına yardım etmenin nasıl güzel bir şey olduğunu o gün çok iyi anladım.”

Mehmet Okumuş’un gülerek anlattığı ve dinleyenleri de neşelendirdiği bu hatıra, onun yıllardır çalıştığı kuruma gönülden bağlanması için iyi bir kamçı olmuş.

Yakın geçmişimizde yaşanmış zulümleri unutmuş ya da unutturma çabasında olanların varlığını gördükçe üzülmemek kabil değil.

Arifhan Akpınar imzalı aşağıdaki yazıyı okuyunca bu köşenin müdavimlerinin bu güzellikten mahrum kalmasına gönlüm razı olmadı.

İşte o yazı:  

Radyoda haberleri sunan spiker heyecanla 28 Şubat’taki MGK toplantısında alınan kararları okuyordu. İmam Hatip Okullarının gelecek için tehdit oluşturacak hale geldiğinden ve kapatılması gerektiğinden bahsediyordu.

Sanki her imam hatipli potansiyel suçluymuş gibi sunuluyordu. Toplantının yapıldığı yer hastanenin kasvetli odasından gözüküyor, hastane odası daha bir kasvetli hal alıyordu.

İmam Hatipli ağabeyim ölümle pençeleşiyordu. Haberlere içerlemişti. Oysa bir İmam Hatipli olarak ülkesini hep sevmiş çalıştığı devlet kuruluşunda hep yararlılıklar göstermişti. Şimdi ölümle pençeleşirken kendisini gözetmesi gerekenlerin, kendisini imha olması gereken varlıklar olarak görmelerine içerlemiş olmalıydı.

Kalktım radyoyu kapattım. Birden doktor içeriye girdi. O an doktorun, abimin İmam Hatipli olup olmadığını soracak sandım bir an. Gündemin etkisindeydim hâlâ. Doktor beni dışarı aldı.

 ‘’Müdahale etmezsek iki ay sonra ölür aslanım!’’ dedi. ‘’Acil operasyon lazım. Kan..!

Nereden, kimden, nasıl bulabilirdim ki kanı?

Burası Ankara. Türkiye’nin başkenti. Her şeyin olduğu ama yalnızsan, kimsesizsen hiçbir şeyin bulunmadığı bir şehir.

Hastanenin kan merkezinden; ‘’Kan yok, git kan verecek birkaç kişi bul!’’ dendi.

Nasıl bulabilirdim ki? Kimi tanıyordum ki bu şehirde. Sonra tanısam da bunca hengâmenin koşuşturmacanın içinde kim kime yardım etmek için zaman ayırabilirdi ki? Israrıma, bahaneme aldırmadı kan merkezindeki adam.

‘’Ben anlamam kardeşim o senin sorunun’’ deyip kestirdi. O ara birileri Kızılay Kan Merkezi’ne gitmem gerektiğini belirtti.

Hemen dışarı fırladım. Aklımda bin bir düşüncenin hengâmesi. Acı bir fren…

’Önüne baksana kardeşim, geberecen geberecen!’’

Kalın kara bıyıklı, yayvan yüzlü bir taksi şoförüyle göz göze geldim birden. Kendimi kenara attım hemen. Giderken sayıştırıyordu taksi şoförü, aldırmadım.

Doktorun sesi yankılanıyordu hâlâ beynimde.

Hemen önümde duran dolmuşa binmem gerektiğini söyledi birisi. İndiğimde, ilk gördüğüm kişiye Kan Merkezini sordum

 ‘’Yanlış yere gelmişsin sen kardeşim!’’ dedi, geldiğim istikametin tam tersini gösterdi. ‘’Ya sabır!’’ çekip yeniden başka bir minibüse bindim. Minibüs şoförü haberler başlayınca  radyonun sesini açtı ve içerdeki uğultu bir anda kesildi. Spiker sürekli yirmi sekiz şubat sürecinden bahsediyordu. 28 Şubat geçmişti ancak takvim sanki orada takılıp kalmıştı. Parti liderlerinden birisinin dünkü mitingte söyledikleri aktarılıyordu. Bağırarak imam hatiplerin kapatılması gerektiğini, laikliğin elden gittiğini seslendiriyordu. İnsanlar birbirini tanımadığı için yorum yapmaya çekiniyorlardı. Belki minibüstekilerin de bir kısmı imam hatipliydi. Ankara’nın tepesinden yükselen sesler, herkesi sindirmişe benziyordu. Belki de insanların gündeminde değildi bu konu.  Hayatın keşmekeşinden bunalan insanı, bunlar hiç ilgilendirmiyordu belki de.

Ülkemin başkentindeydim ve yapayalnızdım. Halkın derdine çare üretenlere en yakın yerdeydim ama en çaresiz olduğum yerdeydim. Öyle bir şeydi ki bu; insan hem gülebilir hem isyan edebilirdi. İnsanlar mide ile gırtlak, hayat ile ölüm arasında gidip gelmeye mahkûm edilmişken neyi tehdit edebilirlerdi ki, diye düşündüm.  Zira tehdit olarak algılanan insanlardan biri, yani ağabeyim, ölümle pençeleşiyordu. O da bir imam hatipliydi çünkü. Otuz dokuz yıllık hayatında kimseyi tehdit ettiğine, kimse şahit olmamıştı. Sahi, gerçekten böylesi masumlar, birtakım insanlar tarafından tehdit mi görülüyordu acaba? Yoksa bu işin içinde başka hesaplar mı vardı?

Kızılay Kan Merkezi’ni bulmam uzun sürmedi. ‘’Aradığın gruptan kan yok elimizde’’ sözü bir kurşun gibi işledi içime. İkinci kez bu sözü duymak çaresizliğimi katmerlemişti. Yutkundum, ağlayacak oldum. Gökyüzüne baktım karanlıktı, içim karanlıktı, şehir karanlıktı, her şey, her şey karanlıktı. Ankara’da her şey sisli ve karanlıktı gözümde.

Uzaklaştım oradan. Başım dönüyordu. Dünden bu yana bir şey yemediğimi fark ettim. Yakındaki bir camiden salâ sesi duydum. Ürperdim birden. Salâ, cenaze demekti kimi zaman. Haftada bir de Cuma vakti demekti. Öyle ya bugün cumaydı. Camiye yöneldim. Birden durdum. Yarın hafta sonu, ya bugün kan bulamasam! Birilerinden yardım istemeliydim. Ama kimden? Gideyim meclise, memleketimin milletvekillerinden yardım isteyeyim, diye geçirdim içimden. Ama ortalık toz dumandı. Siyasi hava gergindi. Bir şubat soğuğudur esiyordu havada. Bu şehir bu yönüyle ne kadar da mahşer yerine benziyordu. Herkes kendi derdine düşmüş, kimse kimseyi duymuyordu. Yardım istenecek bir makam vardı yalnızca. Üstelik zaman tükenmemişti daha. Duaların zamanı bitmemişti. Kıyamet kopmamıştı yani. Camiye yöneldim. Hakk kapısı en huzur verici sığınaktı. O, Rahman ve Rahimdi.

Camiye adımımı atmamla beraber, tedirginliğim gitti.

Namaz bittiğinde son kişi kalana kadar camide kaldım. Uzun uzun dua ettim. Çaresizliğimi arz ettim Çaresizlerin Çaresi’ne.

Camiden çıktım. Kan bulmadan hastaneye nasıl dönebilirdim. Bir kez daha Kan Merkezine yöneldim. Yavrusunun başından ayrılmayan çaresiz bir varlık gibi, kan merkezinden uzaklaşmak istemiyordum. Ürkek ürkek yeniden sordum yetkiliye.

- Ha, iyi ki geldin, dedi adam.

Gözlerim parladı birden. Boğazım kurudu. Daha bir şey soramadım.

- O pozitifti değil mi aradığın kan, dedi.

- Evet, diyebildim yalnızca.

Sesimin çıkıp çıkmadığını fark edemedim bile.

- Kan varmış, dedi.

- Ne kadar diye sormadım.

Heyecanlı bir titreyişle daldırdım elimi cebime. Üç ünite kan ve bir buz kalıbı poşetle elime verildiğinde, sanki Karun’un hazinelerini bulmuş gibiydim.

Çaresizlerin Çaresi imdadıma yetişmişti. Bir kuş olup uçtum hastaneye doğru. Gün boyu kapalı olan hava iyice kararmıştı. Ankara’nın üzerini kaplayan koyu gri bulutlar, Güneş gibi aydınlatmıştı sanki etrafı. Bu şehri hiç bu kadar aydınlık görmemiştim. 28 Şubatı falan unuttum bir an.

İbn-i Sina hastanesinin on dördüncü katına günlerdir hiç bu kadar heyecanla çıkmamıştım. Önce kanı ağabeyime göstermeliydim.

Kanı buldum abi, yarın inşallah operasyona alırlar seni, müjdesini verdiğimde günlerdir gülmeyen feri sönmüş gözlerindeki neşeyi görmekti muradım.

Odasına girdiğimde yatağını topluyorlardı. Gök gürledi o an. Şiddetli bir şimşek çaktı veya benim beynimdeydi çakan şimşek. Kan torbası elimden düşüverdi.

‘’Başın sağ olsun!’’ dedi, yanındaki yatan hasta.

Yoğunlaşmasını tamamlayan gökyüzü, bardaktan boşanırcasına döküyordu yağmuru. İri iri camlara vuruyordu damlalar. Benim gibi…

Cama döndüm yüzümü. Ankara, ayaklarımın altındaydı. Ankara, ayaklar altındaydı. Anlı şanlı akademisyenler, yargı mensupları, gazeteciler, rektörler, bürokratlar hiçbir şey bilmiyorlarmışçasına; ‘’İmam Hatipliler çoğaldı, Cumhuriyet tehlikede, baktığınız davalarda dikkatli olun, rejimi ve laikliği koruyun, kararlarınızı buna göre verin" mesajı verecek rütbeli insanları kendilerini aydınlattıkları için brifinglerde alkışlamaya hazırlanıyorlardı. Ankara’da zaman, Yirmi Sekiz Şubat karanlığına takılıp kalmıştı. An kararmıştı. Ankara, ne de karaydı böyle.

28 Şubat’ta takılıp kalmış Ankara’ya sitemle baktım:

 ‘’Gözün aydın Ankara, dedim, tehlike geçti! 28 Şubat’ta daha fazla takılmana gerek yok! İmam Hatipli öldü!’’

gumuslale@gmail.com

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum