Taif’te Taşlanan İyilik

Bir önceki yazımda bahsetmiştim Aslı’dan. O’nun hikâyesinden küçük kesitler sunmuştum sizlere. Onun hikâyesini kendi kaleminden, yüreğinden döküldüğü haliyle okumak en doğrusu.

Sizleri Aslı Seda Gökdaş’ın, dinlediğimde beni şiddetle sarsan, okurken de çok etkilendiğim gönüllülük hikâyesiyle baş başa bırakıyorum:

 

Küçük çocuklar yaşadıkları ama hatırlamadıkları birçok şeyi büyüklerinden öğrenirler…

Bu, kimi çocuk için hayatından bir çalıntı, kimi çocuk için şirin kahkahalarla dinleyip geçtiği tatlı bir hatıradır. Ama hiçbir hatıra, bir çocuğun yüreğini kül edercesine yakmaz.

 Soğuk ve kireçli duvarlar arasında çok vakit geçirdim. Adına okul dedikleri çeşitli yerlerde tahsil yaptım. Hayatımın en büyük hatasının okula başlamak olduğunu düşündüğüm çoğu kere beni teselli edecek anlamlı bir şey yoktu etrafımda. Küçük bir okul bahçesi ve en sevilen arkadaşla geçirilen yarım teneffüslük dertleşme dışında.

 Okul. Bence tehlikeli mekânların en masumuydu. Suni iletişim, bu yerlerde eğitimi yapılan pahalı bir olguydu. Örneğin beslenme saatleri dışında paylaşmak kimsenin aklına gelmezdi. Gevşek bir ciddiyetle tesniye sıralarda müfred oturulmaya zorlanırdı çocuklar.

Üniversiteye geldiğimde tüm okul fobimin geçeceğini umuyordum.  İnsanların daha fazla paylaştıklarını sanıyordum... Zamanlarını, bilgilerini, neşelerini paylaşırlar diye bir yıl sancıyla bekledim. Sıralarımız uzundu, hem de çok uzun ama kimse cemaat olmadı.

Hep sırtımızı dönerek oturduk birbirimize. Birbirimizin yüzüne bakmak aklımıza bile gelmedi. Ellerimizi ve gönüllerimizi kimsecikler görmedi.

Güneş yüzü görmemiş rutubetli dersler, kalpleri paslandırdıkça zihinlerin parladığını zannedenler yordu bizi. Derken tükendi her şey, arkadaş, dost, yarım simit… Bir şeyler eksiliyordu hızla ve yerini dolduruyordu ecnebi, haydut duygular kırıp dökerek…

 Adım gibi biliyordum ki bu memleketin bir köşesinde birileri çok güzel işler yapıyor. Ama nerede, nasıl bilmiyordum.

 Fakültede ufak bir işle meşgul olmaya başladım. Fakülte dergimiz vardı ve yazan beş altı kişilik bir ekibimiz. Derginin editörü olan öğrenci ağabeyimiz ekibimizi bir sergiye davet etti. Dergimizde röportajı olan bir hanımefendinin ebru sergisine. Bu sergi Deniz Feneri Derneği’nin içerisindeydi ve ben ilk kez görüyordum bu derneği.

Heyecanım her şeyi örttü. Şaşkınlığımı, hayretimi ve hatta bu kadar kör oluşumun utancını bile.

Bizi derneğin müdürü ve eşi olan iki güzel insan karşıladı. Duruşlarında okçuların edası vardı. Elli okçudan ikisini görmüştüm. Müdür bey ve eşi bizi çok samimi bir şekilde karşıladılar.

Biz iyiliğin sesini kurdukları ilk cümlelerden işittik. Ebru sergisini gezdik. Sıra asıl sergiye gelmişti. Sevgi sergisine. Lojistik birime girdiğim ilk an yüzüme çarpan insanlık kokusu hala duruyor hafızamda.

Bu düzen, bu detay ve hassasiyet, doğrusu bambaşka bir dünyanın işi gibiydi.

Çalışanların o ilginç tevazuları bunu doğruluyordu. Üzerimizde iyiliğin şoku ile ayrıldık dernekten. Güzel temennilerde bulundular bizim için.

 O akşam eve döndüğümde yaşadıklarımı heyecanla aileme anlatırken fark ettim, içimdeki tuhaf korkular kaybolmuştu.

Çocukken çok dua ederdim, henüz yedi sekiz yaşlarımdayken uzun uzadıya dualar ederdim. “Allah’ım, çok paramız olsun, kimsesiz çocuklar için çok büyük ve güzel bir okul yapalım, hem yuva olsun hem okul, hepsinin çantası olsun, kalem kutuları olsun, çok büyük resim defterleri olsun, bitince yedekleri olsun. Sulu boyaları da olsun pastel boyaları da, hepsi yirmi dört renk olsun…”

Bu nasıl bir merhamet? Hiç bıkmadan, usanmadan dinlerdi beni Rabbim.

Sonra uyumak için yatağa girdiğimde sanki dualarım gerçek olmuş gibi müthiş bir keyif alırdı beni, çoğu zaman uykum kaçardı ve sabaha bir inşaat işçisi yorgunluğunda uyansam da, bir sonraki duamda detay artırmadan edemezdim.

Neden sonra aramıza sanki bir soğukluk girdi. Dualarım adeta bir dilekçe kadar kısa, O’nun icabeti ise bir dilekçe kadar resmi oldu. Samimiyetimi kaybettiğimi uzun zaman fark edemedim. Gözyaşlarım kurudu.

Çok yıllar geçirdim böyle, ağlamadan, sızlamadan, yanmadan. Ta ki ağlayanları görene dek…

Deniz Feneri Derneği beni kaybettiğim izlerle buluşturdu. Yaza hayırlı bir başlangıç yapmıştım, bu yıl çok güzel geçecek inşallah dedim. Ramazan ayına az bir zaman kalmıştı, iftariyelik hazırlama gibi bir inceliği gönüllüleri ile sürdürürlerken ben de katıldım bu faaliyete, benim dernekteki ilk gönüllülüğümdü bu. O kadar çok gönüllüsü vardı ki ben aralarında en gönülsüzü gibi kalmıştım. Çok geç kalmıştım, her zaman başıma geldiği gibi. Utandım, sonraki hazırlıklara gidemedim.  

Ve işte Ramazan! Tüm insanlığın beklediği kutlu vakit. Ramazan geldi ama her yanı kan içinde geldi. Kalbinden vurulmuştu. Zekâttan vurulmuştu. Müslümanlar, ah bizim Müslümanlar. Korktular, dokunamadılar bu yaraya… Saramadılar hemen. Korktular, yetmedi devasını da esirgediler. O yıl başucunda bekledi, zekâtın bir kaç kadim dostu.

Televizyon kanallarında çıldırmış gibi aynı iftirayı yayınladılar. Öldüresiye vurdular. Ama izin vermedi kadim dostlar.

Evimizde matem havası vardı… Ben  “ E iftira işte neden bu kadar üzülüyorsunuz o zaman?” derken bilemedim, aklım ermedi. Babama sordum, “Yine gidecek miyim iftariyelik hazırlamaya?” yüzüme sertçe baktı ve “Neden gitmeyecekmişsin, asıl bundan sonra gideceksin“ dedi. Beni yanlış anladı babam, o kadar utandım ve pişman oldum ki sorduğuma, bu acıyla bu hatamın kefaretini ancak öderim diye sorumun asıl gayesini uzun zaman söylemedim babama.

Ertesi gün hemen derneğe gittim. Bahçe kapısı açılırken adeta inliyordu, anladım, bu bahçeye hüzün çoktan girmiş.

Dernekteki üzüntü mahvetmişti beni. O gün dev gibi bir KEŞKE oturdu gönlüme.

Keşke geldiğim o gün doya doya baksaydım buradaki neşeye, herkesle hasbihal etseydim. Her yükü ben kaldırsaydım o gün. Keşke o gün o güzel kalabalığın içinde kaybolup gitseydim.

Ben derneğin hüzün yılında geldim. Yıllarca aynı şehirde varlığımız sürerken, hiçbir stand’a, gönüllüsüne ya da etkinliğine rastlamadım. Sanki bir perde varmış gibi ne duyabildim, ne görebildim. Bu bir ilahi tercihtir. Buna sözüm yok, ama keşke daha fazla gücüm olsa da yalnız kendimin değil, bu yola gönül veren herkesin mutsuzluğunu ben kaldırsam. Çünkü bunu kimse hak etmedi.

Sızı, zamanla ağrıya bırakınca yerini, halsizleşince gönül ve üzerine bir de ayrılık geldi mi, kimsenin konuşacak dermanı kalmaz ama herkes bir yetimin adını gece rüyasında sayıklamaya devam eder.

İlk korkularını yaşadım, ilk yaralarına şahit oldum. Gözyaşını ve çaresizliği gördüm.

Derneğe her girişimde boğazımda bir şey düğümlenir, şakaklarıma dayanırdı bu dert.

Kurumsal’daki masaların birer birer kaldırılmasına lojistikteki seslerin azalmasına, yemekhanedeki masaların huzursuz eden düzenine şahid oldum. Gönüllüler eksildi, önce gönülleri sonra kendileri terk ettiler bizi. Çalışanlarının saylarını çok iyi hatırlıyorum. Yirmi… on iki… on.. altı…

Bir gün, derneğe girer girmez yanına koşup sohbet ettiğim, hep güler yüzlü oluşu ile bir gün önceki düğümlerimi çözen Netice hanım gitti.

Ramazanda Stand görevlileri ile ilgilenen, biz servise biner binmez “kardeş nasıl, bir sıkıntı yok inşallah “ diye sorarken tebessümünün altında endişesini saklamayı başaran Erhan bey gitti.

Bir mevsim,  yaptığı işin gururunu sağ omzunda taşımaktan, başı hep sol omzuna düşük gezen Ömer bey gitti.

Gittiler…

Çok şey öğrendim dernekten. Çalışanların arasındayken uykusuz insanların mutluluğunu, yorgun insanların gülüşlerini gördüm. Bir sosyal inceleme dönüşü kalbine batanları çıkarmak için tenha bir yer arayıp, gözyaşı yerine kan akıttıklarını gördüm. Ağlamayı öğrendim.

Giyim mağazasından çıkan, eli paketlerle dolu bir babanın eve keyifle dönüşünü gördüm. Keyiflenmeyi öğrendim.

Az evvel giydiği yeni ayakkabılarına bakarak gezmekten kafasını hemen önünde ilerleyen kardeşine çarpan ve dünyayı sallayan kıkırdayışıyla tüm aileyi neşelendiren altmış cm boyundaki çocuktan öğrendim ben yürümeyi. Tabi ya! Biz yeni ayakkabı giyince bakma ihtiyacı duymadık ki hiç. Hep yeniydi çünkü.

Buruk Ramazan 2

Stantlardaki ilk görevim. Hiçbir zaman anlattıkları gibi bağışçı kuyruğu olmadı standın önünde. Makbuzum bitmedi mesela. Umutla bekledim bir ay. Kimi tanıdıklar ile karşılaştım, uzaktan selam verip adeta kaçtılar. Akrabalarım bile...  Olsun, razıyım ben, hiçbir şey kaçırdığım o güzel gün kadar yakmaz çünkü beni. Bu uğurda her şeye razıyım…

 Atölye

Yapabileceğim en iyi iş atölyede işe yaramaktı. Gözüme çok kalabalık gözüktüğü için rahatlatıyordu beni. Çok özverili ve sevimli bir ekibimiz vardır. Ellerinin ayarları yoktur, hep fazla üretirler. Gözleri sürekli nemlidir. Ve gönülleri en az dernek kadar geniştir.

Sabaha kadar çalıştığımız gecelerde bazen yorgunluktan sessizliğe bürünürüz, sonra bu sessizlik huzursuz etmeye başlayınca Bilge hocam derin bir nefes alır ve der:  “Hocam bu atölyenin kokusu bana öyle iyi geliyor ki!” Sonra kalkar gecenin bir yarısı ikramda bulunur. Bir fincan kahve herkes için önemlidir ama bizim için çok daha manidardır. En sevdiği türküyü dinlerken insan aslında en sevdiği derdini dinler. En sevdiğimiz derdimizi defalarca dinlemişizdir.

 

Buruk ramazan 3

Erzurum’da yaz bunaltmaz insanı. Serin bir havası vardır. Bir tek şey bunaltır ancak, o da şehrin tenhalığı.

Standta görevliyim. Bu yıl önceki ramazan ayından daha farklı. Standa yaklaşanlar,“Biz sizin aslınızı çok iyi biliyoruz“  diyerek bağış yaptılar. Sürekli bu marketten alış veriş yapan bir çocuk her gün ekmeğin üstünü attı kumbaraya. Bir hacı amca yüksek sesle, “Sizden iyisini mi bulacağım” diyerek zekâtını teslim etti. Dahası, önümden geçen müşteriler soru sorup sohbet ettiler dernek hakkında. İftardan sonra, insanlar şehrin merkezine gezmek için gelir. Büyük bir cadde vardır. Her iki kaldırımdan da tüm cadde rahatlıkla görülür. İftardan sonra derneğin poşetlerine tanıtım materyali, dergi ve cd’lerinden koyarak marketten çıkan herkese hediye ederim. Bu,  bazen ilgilerini çekmek için iyi bir bahane, bazen cadde boyu ellerinde poşetlerle gezen insanların birbirlerini görünce cesaretlenecekleri bir sebep olurdu.

 2010 ramazanında ben de şehir de cesaretlenmiştik.

 Kermesler

 Dâhil olduğum ilk kermes 2009 yılının mayıs ayı kermesiydi.  Ne yapabilirim diye düşünürken kendime yaptığım anahtarlıklardan yapmak geldi aklıma. On anahtarlık malzemesi aldım. Hemen yaparak okuldaki hocalarıma sattım. Sonra üç katı kadar anahtarlık yaptım, bu kez arkadaşlarıma sattım. Kermese bir sepet anahtarlıkla gittim. Bu anahtarlık bir sonraki kermeste başında durduğum ve takı yapıp sattığım büyük standın anahtarınınmış meğer…

 En sevdiğim şey derneğin eski zamanları ile ilgili anlatılanları dinlemek. Açılışını, ilgiyi, yapılan işleri, gönüllüleri, birlik hikâyelerini.

Derneğin henüz inşaat halindeyken çekilmiş resimlerini gördüğümde burnumun direği sızlamıştı.

Büyüyordum. Her şey daha güzel olacak derken adam akıllı inanmaya başlamıştım buna. O detaylı duaları bir kere daha kaybetmeyi göze alamazdım.

Zaman geçti, yangın, yerini yalnızca bizi ısıtacak kadar bir kora bıraktı.

Gönlümüz genişliyordu. Garipliğe alışmıştık çünkü altındaki ilahi halleri daha iyi idrak ediyorduk artık.  Bu sınav farklıydı. Sünnetullah bu değil,  ama nedir bu, nasıl bir cilve, kim için bu naz diyerek geldim bu güne. Artık sormuyorum neden böyle olduğunu. Yedi yıl da olsa beklemeye razıyım.

Ama değişmek gerekiyordu. Duruşumu düzeltmekle başladım, üzgün ve bitkin görünmememiz gerekiyor artık.  Önce akrabalarımı dernekle tanıştırmaya çalıştım, sonra fakültemi. Fark edilmesi, hatırlanması için elimden ne geliyorsa yaptım. Derneğe giderken bindiğim otobüsün şoförüne özellikle soruyorum “Deniz Feneri Derneği’ne gidiyor mu?” diye. Bütün otobüs bana bakıyor. Sonra fısıltılar başlıyor. “Deniz Feneri var mı hala!” derken biri, “Var tabi iftira attılar zalimler..” diye cevap veriyor bir başkası.  Bu nabza şahit olmak beni her zaman coşkulandırmıştır.

Durak ile dernek arasındaki mesafe bir ömürlüktür. Bu yoldan geri dönmek için sayısız fırsat, devam etmek içinse hadsiz hesapsız sebep vardır. Bu yolda yaptığım tefekkürü hayatımda belki bir daha hiç yapamam.

Tatlı bir yaz başladı bu soğuk memlekette. Karlarla beraber gönlümüzün ağrıları da çekildi

Palandöken’in zirvesine.

 Uzun zamandır dernekte devam eden bir sanat faaliyetimiz var. Geleneksel Türk ebrusu ve kumaş ebru kursları veriliyor. Gönüllerden taşanlar, gözle görülür hale getiriliyor. Temmuz ayında bir alış veriş merkezinden davet aldık. Burada şehir çapında bir ebru gösterisi yaptık. Deniz Feneri halk ile buluştu yine. Aynı teknede birlikte ebru yaptı. “İyilik yapma adına suya sabuna dokunmak isteyenler olur” diye her yere afişlerimizi astık. “Gelin, yoksullar için bir kez suya dokunun. Kendi iyiliğinizin renklerini görün” dedik.

Sonbaharda aynı yerden yine davet aldık. Renklerimiz solmadı hiç, capcanlı iyilikler çıkardık teknemizden.

Kış olimpiyatları için şehrin en büyük kültürel organizasyonuna davet edildi dernek.

İyilik en büyük umdesidir her kültürün. İlk yıl çektiğimiz sabır, yaptığımız otantik takıların boncuklarında şükre bıraktı yerini. Universiad Kış Oyunları günlerinde Hanımeli Platformu’nda bir ay kumaş ebru gösterisi yaptık, takılarımızı sergiledik. Teknemize dokunanların sayısını hatırlayamıyorum.

Sayın Emine ERDOĞAN,  Fehim İBRAHİMHAKKIOĞLU, Savaş AY, Belediye başkanlarımız, FISU Başkanı, Bakanlarımız ve eşleri, STK Başkanlarımız ve şehrimize gelen yüzlerce misafir ve dahası…

Dedim ya, derneğin hüzün yıllarında geldim ben. Mutlu günlerini yalnızca bir kere gördüm.

Üç güz, üç de bahar yaşadım henüz, ama gönlümde çiçekler açamadı hala.

Kaybettiğim kalbimi buldum yıllar sonra. Bu bahçenin bahçıvanlarının yanında koşturarak büyüttüm. Bu yüzden çok iyi anlarım demir kapının iniltisinin ne anlattığını.

Herkes bilsin ki:

İnsanlık ithal edip insanlık ihraç eden bu kulluk şirketinin iki büyük patronu vardır.

Biri umut, diğeri ise hayır dua.

Düzen devam ediyor evet, her şey yolunda. İlahi nizamın içinde, bu düzene hiçbir şey olmaz artık.

İyilik… Yusuf (a.s) ile zindanda yatan iyilik, İbrahim (a.s) ile ateşe fırlatılan iyilik, Hz. İsa ile ihanete uğrayan, Hz. Muhammed (s.a.v) ile Taif’te taşlanan iyilik…

Ahir zamanda çok yaşlandı. Yalnız bırakmamak gerek.

Dualarımız sizlerle. Allah yardımcınız olsun.

Aslı Seda GÖKDAŞ

ERZURUM,  06 MAYIS 2011

gumuslale@gmail.com

 

  

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum