Sonun başlangıcı ya da Ankara'nın Washington'la tangosunda finale doğru

Bugün, 9 yıl önce, bu sütunda 10 Temmuz 2002'de yayımlanan bir yazımı kısaltarak yeniden yayımlıyorum. Dikkatle okumanızı öneririm.

 

* * *

DSP'de Hüsamettin Özkan'la başlayan deprem, Türk siyasetinde yeni bir sürecin başlatıcısı olacak kadar hayatî önem taşıyor. (...) Bu depremi, Ankara'nın Washington'la sahnelediği 50 yıllık tangonun finali olarak da okuyabiliriz. Finalin nasıl sonuçlanacağı, Türkiye'nin yeni bir başlangıç iradesi ve cesareti gösterip gösteremeyeceğine bağlı olacak. (...)

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika, yalnızca harâb-u türab olan Avrupa'yı ayağa kaldırıp kuşatmakla kalmadı. (...) Amerika, daha önce İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerin hem siyasî, hem ekonomik, hem de stratejik olarak nüfûz alanında olan bölgelere teker teker yerleşmeye başladı. Bu kritik bölgelerin başında dünyanın petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip olan Orta Doğu geliyordu. Amerika'nın Orta Doğu'ya yerleşebilmesi, bölgede İsrail devletinin kurulması ile pekişecekti. (...)

Bölgedeki en hayatî ve stratejik gelişmelerden biri de Türkiye'nin Tanzimat'tan itibaren girdiği Avrupa yörüngesinden çıkartılıp Amerika'nın yörüngesine kesinkes girdirilmesi olmuştu. Türkiye'nin bu süreçte NATO'ya girmesi, ülkemizin güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün garanti altına alınması bakımından -en azından kısa ve orta vadede- önemli bir adımdı. Ama uzun vadede, Türkiye'nin her bakımdan Amerika'nın güdümüne girmesini kolaylaştıran ve meşrulaştıran; dolayısıyla Türkiye'nin bölgede Batı yörüngesi dışında, başını çekeceği köklü ve güçlü bir yörünge oluşturmasını imkânsızlaştıran bir girişimdi bu. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı öncesinde, denize düşmüştü; sonrasında ise, boğulmamak için yılana sarılmış ve tam bir "mayın tarlası"nın ortasına itilmişti. (...)

1950'lerden itibaren Türkiye'nin Amerika'nın yörüngesine (=mayın tarlası'na) girmesi, Türkiye'deki askerî darbelerden, köklü siyasî dönüşümlere ve oluşumlara kadar her kritik olaya Amerika'nın müdahale etmesiyle sonuçlandı. Türkiye fena halde kuşatılmıştı ve Türkiye'nin bu kuşatmayı yaracak iradeyi ve cesareti gösterebilmesi zor görünüyordu.

Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Türkiye'nin önüne (...) büyük fırsatlar ve imkânlar sundu: Orta Asya'daki Türkî cumhuriyetlerin bağımsızlıklarına kavuşmaları, Türkiye'nin önüne ekonomik, siyasi, kültürel ve stratejik olarak at koşturabileceği büyük bir koridor açmıştı. Ancak Türkiye'nin bu koridorda hiç de kolay ve rahat at koştur(tul)amayacağı kısa sürede anlaşıldı: Amerika'nın önce Körfez'e, ardından Balkanlar'a ve son olarak da Orta Asya'ya yerleşmesi, Türkiye'nin zaten ürkerek-çekinerek yaptığı hesapları bir anda tuzla buz etti.

1990'ların ikinci yarısından bugüne kadar Türk-Amerikan ve İsrail ilişkilerinde yaşanan sancılı gelişmeler, Türkiye'nin nevrini döndürdü; midesini bulandırdı: Türkiye'deki sivil-asker bürokrasi ve "gölgedekiler"i oynayan siyasi aktörler, Amerika ile İsrail'in Türkiye'yi fena halde köşeye sıkıştırdığını bizzat gözleriyle gördüler; olup-bitenleri gözleri faltaşı gibi açılarak izlediler: Türkiye, modern tarihi boyunca görmediği baskı'ya, aşağılanmaya, hakarete, itilip kakılmaya bu kısacık zaman dilimi içinde maruz kaldı. 28 Şubat süreci işte bu süreçte gerçekleşti; Türkiye'yi siyasî, ekonomik, kültürel ve toplumsal olarak çökerten bugünkü tablo işte bu süreçte zuhur etti(rildi). [...]

Ancak bugün gelinen nokta, ülkeyi yöneten sivil-asker bürokrasinin Türkiye'nin kesinkes bir yol ayırımının eşiğine gelip dayandığını nihâyet kavradıklarını gösteriyor: Bir taraftan Amerika, Türkiye'yi hem bir taşeron olarak kullanmak; hem de Türkiye'nin her ne suretle olursa olsun bölgede Amerika'dan bağımsız bir yörünge oluşturmasını engellemek için çırpınıp duruyor. Ama öbür taraftansa Türkiye'nin sivil-asker elitleri, Amerika ve İsrail'in Türkiye'yi her bakımdan fena halde köşeye sıkıştırdıklarını, ekonomisini çökerttiklerini, siyasî, toplumsal ve kültürel dengesini alt üst ettiklerini görmeye başladılar: Türkiye, Amerika ve İsrail'in Türkiye'yi köşeye sıkıştıran manevralarını püskürtebilmek için, henüz toplum tarafından farkedilmeyen bir karşı-atak gerçekleştirebilmenin emin yollarını araştırıyor: Dış politikada Çin ve Rusya ile başlatılan, İran ve Suriye ile sürdürülen bu karşı-atak, Pazartesi gününden itibaren Türkiye'de içerde fiilen siyasette de start aldı, diye düşünüyorum.

Eğer göstergeleri yanlış okumuyorsam, sonun başlangıcına geldiğimizi söyleyebiliriz: Ankara'nın Washington'la sahnelediği esrarengiz ve dehşetengiz tangonun sonu, final sahnesi artık resmen ve alenen başladı. Bundan böyle ülkedeki Amerikan-güdümlü çıkar çevreleriyle ülkenin çıkarlarını koruyan odaklar / aktörler arasında karşılıklı olarak hamle üstüne hamleler yapılmaya başlanacak. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı; Türkiye'deki siyaset aktörlerinin silbaştan değişeceği, medya rejiminin sarsılacağı, ekonomik patronajın dönüştürüleceği zorlu, sancılı bir yol ayırımının eşiğindeyiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar