Sezai ÇİÇEK
Sezai Karakoç’un öteye yolculuğuna dair izlenimler…
Sezai Karakoç’un öteye yolculuğuna dair izlenimler…
Şairi mezarına indiren üç kişiden biri olmak…
Şiir maddi dünyadan ötelere pencere açmak, soluklanmak, dirilişe kapı aralamak, sevgiyi yaratana ulaşmak için bir çabadır çoğu kere. Evet şair olmayan şeyleri de düşler ve yazar zaman zaman. Kimi vakitlerde de düşlere sığmayacak gerçeklere ulaşır; hece hece, kelime kelime ve mısralarıyla konuşur gece ve gündüzlerde…
Üstad Sezai Karakoç’un ötelere yolculuğun başladığı günün yıldönümündeyiz. Şiire başladığı dönemde ufuk açıcı mısralarıyla dikkatleri çeken, alemde adeta tek başına yaşayan, kaleminden ve kelamından öte maddi bir varlığı bulunmayan Karakoç’un yazdıklarıyla birden fazla nesle rehberlik ettiği aşikar bir olgu olmakla birlikte gerçekte O’nun geç zamanlarında siyasete yönelmesini saymaz isek tüm hayatı edebiyat ortamında geçmiştir. Siyaseti de bir edebi ortam gibi kullanmış, günlük politik kavga ya da iktidar beklentisinden öte bir medeniyet inşasına yönelik yürüyüşünü bu alanda da sürdürmeyi denemiştir.
Karakoç’u ismini ortaokul birinci sınıfta iken duymuş, kitaplarını o zaman okumaya başlamıştım. İlginçtir Afşin İmam Hatip Lisesi ortaokulunda öğrenciyken, Türkçe yahut edebiyat öğretmenimiz değil de fen bilgisi dersi hocamız Tekin Bey bize bu müstesna şair ve yazarı tanıtmıştı. Kıyamet Aşısı isimli kitabını okuduğumu hatırlarım ilk önce. Ne kadar anladım bilinmez ama sade ve beyaz kapağa sahip olan bu kitap, yazarın diğer eserlerini de bir nefeste okumamı ve şiirine de kapı aralamamı sağlamıştı.
Düzgün ve akıcı bir Türkçe ile yazılan eserlerini, benimle birlikte aynı öğretmenimizden temin eden, liseli ağabeylerde okuyorlardı. Demek ki okuma işinde akranlarımdan biraz öndeydim. Nitekim aynı dönemde, neredeyse Afşin’e gelen tek edebiyat dergisi olan Mavera’yı da okurdum. Mavera’da yayımlanan yazı ve şiirlerde Sezai Karakoç’a atıflar görür yahut orada yazanların üstad beslenen bir damar hissederdim nedense…
Mona Roza şiiriyle tanıştığımda sanırım ortaokul üçüncü Sınıf öğrencisiydim. Daktilo edilmiş birkaç sayfadan oluşan şiirin, “Muazzez Akkaya” şeklindeki hece vezniyle yazılı akrostiş kısmı dışında, serbest vezinle yazılan kimi sayfalarını da ezberlemiştim. Tabi Afşin’de bu şiirin tamamını bilen olmamakla birlikte hikayesinden de haberdar olan Karakoç okurlarından teşekkül eden bir edebiyat halesi içerisinde bulunmakla şanslı olduğumu hissederdim.
Ezberimde olduğu için bir solukta Mona Roza şiirinin hece vezniyle yazılı, akrostiş kısmını okur, diğer kısmından da birkaç sayfa devam ederdim. Ancak şiirin tamamını ne ben ne de çevremdekiler biliyordu o zamanlar. Zamanla başka şairlerin şiirlerini de okuyup, hatta bir ara yazmış olmama rağmen, bu ilk ezberin yeri bende hiçbir zaman değişmedi. Öyle ki yakın arkadaşlarımdan da zaman zaman bu şiiri ezberleyen oluyordu. Fakülte yıllarında ise beraber olduğum öğrenci çevresi defalarca dinlemiştir Mona Roza’yı ve hikayesini...
Hatta fakülteden mezun olduğumdan yaklaşık 10 yıl kadar sonra, Şişli Adliyesinde tanıştığım genç bir meslektaş, ismimi duyunca, “Sizinle tanışmayı çok istiyordum.”, dediğinde sebebini sormuştum. Aldığım cevap ilginçti. Kendisi de mezuniyetimizden yıllar sonra Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenimini tamamlamış olan arkadaş, “Sezai Çiçek, öğrenci evinde birlikte kaldığı arkadaşlarından MonaRoza şiirini ezbere okumayan olursa evden atıyor” diye duydum demişti. Meğer Konya’da öğrenci evlerindeki şiir okumalarımız şehir efsanesine dönmüş bizden sonraki yıllarda.
1988 yılında üniversite yıllarında Konya’dan İstanbul’a geldiğimizde, Turgay Şahin’le birlikte, Diriliş Yayımlarının Üretmen Han’da bulunan mütevazi mekanında üstadımızla tanışma imkanımız olmuştu. Kendisini ziyarete gitmeden önce, onlarca kişiden farklı rivayetini duyduğumuz söylentiler sebebiyle çekingen bir tavırla başladığımız sohbette, Sezai Beyin hiçte dışarıda anlatıldığı gibi birisi olmadığını görmüş, sözünden, sohbetinden ve anlattıklarından müstefit olmuştuk. Yıllar su gibi akıp giderken, fırsat buldukça Diriliş Yayımlarına ziyarete gidiyor kimi zaman sohbetini dinleme imkanı buluyor, olmadığı vakitlerde de kitaplarından hem kendimize hem de arkadaşlarımıza satın alıyorduk.
Diriliş Partisinin kurulmasından sonra, Beyazıd GençtürkCaddesinde bulunan bir apartman dairesindeki, İstanbul İl Başkanlığında sohbetleri olduğunu duyduğumuzda, bir arkadaşımızla dinlemeye gitmiştik Karakoç’u. Konuşmanın başlamasına yakın bir vakitte vardığımız için mekan doluydu. Mekan dediysem öyle geniş bir yer düşünmeyin. Ortalama yüzotuz metrekare büyüklüğünde üç oda ve bir salonu olan bir apartman dairesiydi burası. Salona okul sıraları gibi sıralardizilmiş ve erken gelenler diğer yerleri doldurduğu için Sezai Beyin konuşma yapacağı masanın hemen önündeki boş olan tek yere de arkadaşımla biz oturmuştuk.
Dairenin mutfağından bir arkadaş salondakilere çay dağıtırken, Üstad da yerini almıştı. Aramızdaki mesafe bir metreden daha yakındı. Bizlere de çay ikram edildi tabi. Henüz konuşma başlamamıştı ki nasıl olduğunu halen anlayamadığım şekilde arkadaşımın parmağı bardağa değdi ve çayı sıranın üstüne döküldü. İçimden gülmek geliyor ama tam karşımda konuşma yapmak için bekleyen Sezai Karakoç olduğu için renk vermemeye çalışıyordum. Bu arada görevli çabucak yanımıza gelerek dökülen çayı bir bez ile sildi ve yenisini getirdi. Tam bu esnada bu kez ben çayımı dökmem mi! Sanki kasten yapıyormuşuz gibi iki kişi üç dakika arayla çaylarımızı dökmüştük. Eyvah şimdi bir azar işiteceğiz derken, üstad konuşmasına başladı. Şu an ismini unuttuğum bir roman yazarı Fransız’ın eserine, çayını karıştırırken geçmişte yaşadığı bir olayı hatırlamasıyla o günlere anlattığını söyledi konuşmasının giriş cümlesi olarak.
Ve Mona Roza
1991 yılı Ocak ayında İstanbul’a geldiğimde, yakın zaman öncesinde Osman Sarı’nın da çalışmaya başladığım yayımevinde görev yaptığını duymuştum. Osman Sarı “Önden Giden Atlılar” isimli şiir kitabından ziyade, “Taş Gazeli”, “Bir Savaşcıdır Kalbim” gibi şiirleri marş olarak bestelenen Kahramanmaraşlı bir şairdi. Kendisiyle 1992 yılı yaz aylarında bir Pazar günü İskenderpaşa Camii’nde Prof. Dr. Esad Coşan Hocamız tarafından yapılan “Hadis Sohbetleri”nin bitiminde tanıştığımızda, ilk sorum “Mona Roza” şiirini nerede bulabileceğim oldu.
Tabi bir taraftan da Osman Bey’e Mona Roza’yı ezberden okumuştum. Meğer şiirin serbest vezinle yazılan kısma üstadın “Yağmur Şiiri”nden de mısraları eklemişim. Tabi Osman Sarı başka bir şiiri Mona Roza diye okuduğumu hemen fark etti ve beni uyardı. Şiirin orijinalini bulamadığımı söyleyince biraz düşündükten sonra Hisar Edebiyat Dergisinin 1958 yılı yaz aylarında yayımlanan sayılarında bulabileceğimi söyledi. İskenderpaşa Camii’nden BeyazıdDevlet Kütüphanesine adeta koşarcasına gittim. Gerçekten de Hisar Dergisinin 1958 yılı Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında Mona Roza şiirinin tamamı üç bölüm olarak yayımlanmıştı.
İlk bölümde, “son şekliyle” ibaresi vardı sayfanın sol üst başında. Demek ki şiirde ara ara değişiklik yapmıştı şair. Dergide ilk önce şiirin, Mona Roza başlığının altında “I-AŞK VE ÇİLELEK” şeklinde 11’li hece vezniyle yazılan her kıtanın ilk kelimesinin ilk harfleri birleştirildiğinde “MUAZZEZ AKKAYA” ismi ortaya çıkıyordu. Şiirde şairin imzası da “M. Sezai Karakoç” olarak yer almıştı. Sonraki sayıda “2-ÖLÜM VE ÇERÇEVELER”, şeklinde 6+5 heceden oluşan 11’li heceyle yazılan kısmı vardı. Derginin takip eden sayısında ise “3-PİŞMANLIK VE ÇİLELER” serbest vezinle kaleme alınmıştı. Roza Şiirin dördüncü sayfasının başlığı ise “VE MONA ROZA” olarak kaleme alınmıştı. Lakin üçüncü ve dördüncü sayfalar aynı sayıda yayımlanmıştı.
Hemen fotokopilerini alıp üzerlerine mavi tükenmez kalemle “A” harfini yazdım. Bu benim için bu fotokopiler adeta bir hazine ve el yazısı tarihi bir metin gibi kıymetliydi. Kütüphaneden çıkınca şiirden 25-30 kopya çektirip MonaRoza şiirini bilen ve takip eden arkadaşlarıma postayla göndermiştim. Böylece Mona Roza artık eski bilinmezliğini yitirmiş, kasetlere okunduğundan daha geniş kitlelere ulaşmış, hatta klip eşliğinde de video çekimleri de yapılmıştı. Yine o yıllarda üstadın şiiri paylaşanlara ve kasete okuyanlara da sitem ediyor diye duymuştum. Nihayetinde Sezai Karakoç Mona Roza şiirini, akrostişli olan kısmını değiştirip aynı adla kitap olarak yayımladı. Üstadın şiirin ilk halini reddettiğini söylerler. Bu sözü duyduğumda biz okuyucular da son halini reddediyoruz demiştim. Geçen zamanda Mona Roza ŞiirininHisar Dergisinde yayımlanan orijinal halini piyasaya dağıttığımdan dolayı sanırım üstadımızdan helallik almak gerekirdi ama ihmal ettim maalesef…
Yıllar yılları kovaladı, seçimlere katılmadığı gerekçesiyle Diriliş Partisi Anayasa Mahkemesince kapatıldığından bu kezde Yüce Dirilip Partisi’ni kurdu Karakoç. 2013 yılında partinin Haseki’deki İstanbul İl Başkanlığında yeniden Cumartesi Sohbetlerine başladığını duyduk üstadın. Duyduk dediysem o zamanlar lise öğrencisi olan kızım Ayşe Beyza’dan öğrendim bu bilgiyi. Israrla Sezai Beyin konuşmalarını dinlemek istiyordu. Bu süreçte defalarca birlikte gittik partinin il başkanlığı olan Millet Caddesi üzerinde bulunan apartman dairesine. Dinleyicilerin çoğu yıllardır üstadı takip eden kıdemli okuyucularıyla kadim dostları yanında ilk kez geldiği her halinden belli olan üniversiteli gençlerden oluşuyordu.
Konuşmasında zaman zaman siyasete dair konulara temas etse da şair ilk günkü çizgisinde sebat eder vaziyette, İslam Medeniyetine dair fikirlerini, Kur’an ve Sünnet çizgisinde edebi bir birikimle sunuyordu adeta… Ara ara sorulan kısa sorulara cevap veriyor, kendisinden ilk kez dinlemeye geldiği tavırlarından hemen belli olan gençlerle birkaç cümleyi geçmeyen konuşmalar yapıyordu.
Nihayetinde 2021 yılı 16 Kasım günü öğleden sonra üstadın vefat ettiğini duyduk. O gün bir tuhaflık oluştu bende. İçimden hiçbir şey yapmak gelmedi ve işyerinden erkence ayrılıp eve kapandım. Bu arada Ayşe Beyza’nın tweeti telefonuma geldi. Sezai Karakoç’un sohbetine ilk katıldığı gün 16.11.2013 tarihiymiş meğer. O gün konuşma başlamadan yazdığı birkaç cümleyi paylaşmıştı. Kendisine ortaokul yıllarından beri üstadı okuduğumu ve takip ettiğimi söylediğimde, “Baba senin de başın sağolsun” dedi.
Karakoç’un ertesi gün İstanbul’da Şehzadebaşı Camii haziresine defnedileceği haberini alınca, bir an kendimi cenaze namazı için orada bulunanlar arasında hissettim. Ve bir kişi çıkıp kalabalığa doğru “İsmi Sezai olan yedi kişi gelsin üstadımızın tabutunu taşımaya” diye çağırıyor gibi düşledim. Acaba o kalabalıkta yedi Sezai’den birisi olabilir miyim diye düşündüm.
Ertesi yani 17 Kasım 2021 günü üstadımızın cenaze namazı İkindi namazına müteakip eda edilecekti. Ezandan önce Şehzadebaşı Camiine gitmemize rağmen avlusuna dahi girmek mümkün olmadı. Çaresiz caminin bahçesinde bir yer bulabildik. Namaz sonrasında bir hareketlenme oldu ve kalabalık önce caminin kıble yönüne göre sağ tarafına yöneldi. O bölgenin kalabalık olduğunu görenler bu kez de sol taraftan geçmeye çalıştılar tabutun bulunduğu yere. Polisler barikat kurmuş ve kalabalığın tabutun bulunduğu bölgeye geçişini durdurmaya çalışıyorlardı. Bu arada caminin bahçesinde, yıllardır görüşmediğim onlarca tanıdıkla karşılaştık.
Polisler adeta sel gibi akan insan kalabalığını durduramadığı bir anda ben de kendimi onların arasına katıp cenaze namazının eda edileceği yere doğru gitmeye başladım. Tam ben geçmiştim ki görevliler kapıyı kapattılar. Caminin ön tarafından dolaşarak sağına geçtiğimizde Diyanet İşleri Eski Başkanı Mehmet Görmez beyin üstadın Şehzadebaşı’ndaşiirini okuduğunu duydum. Meğer cenaze namazı kılacak cemaatın en ön safına ulaşmışız. Bir uyarı ile saf geriye çekildiğinde, en sağdakilerden birisi de bendim. Namaz bitiminde kısa bir dua ve konuşmayı müteakip tabut omuzlara alınarak mezarın olduğu yere doğru götürülmeye başladı. Önce kenarda durup biraz bekledim. Sonrasında madem buraya kadar gelebildim acaba tabutu bir an da taşıyabilir miyim düşüncesiyle kalabalığa yöneldim. Lakin tabuta ulaşmak ne mümkün! Adeta cami avlusu iğne atsan yere düşmeyecek şekilde izdiham hali söz konusu. Bu arada bir kişi kalabalığı sukunete çağırdığında hafif dalgalanma oldu ve sağ elimle tabuta dokunabildim. Dokunabildim diyorum zira o kadar yoğunluk vardı ki birbirimizin ayağına basmadan ilerleyemiyorduk.
Tabut omuzlardayken bir kişi “Lütfen tabutu uzun süre taşımayın ki başkaları da ulaşabilsin” diye uyardığında biraz uzaklaştım. Bir iki dakika geçti geçmedi yeniden üstada doğru yönelip ve bu kez adeta bırakmamak üzere tutundum. Defnedileceği yöne doğru tabut omuzlarımızda iken hemen kalabalıkla aramızdaki diğer bir kapı kapatıldı ve biz yaklaşık 7-8 kişi kaldık taşıyan. Mezarın başına vardığımızdaysa üç kişi olarak toprağa indirdik tabutu. Bir görevli “lütfen tabutun kapağını açın dediğinde, üzerindeki yeşil örtülü topladık. Sonrasında imam “iki kişi cenazeyi mezarın içine doğru indirsin lütfen” dedi.
Tabutun başında bulunan bir arkadaşla birlikte ikimiz mezarın içerisinde bulunan görevliye doğru naaşı uzatırken ben de kabire indim. Üstadımız bembeyaz kefeniyle kıbleye doğru çevirilerek mezarına yerleştirilirken görevliye yardım ediyordum. Sonrasında kürekle mezara toprak atmaya başladık. O kalabalıkta etrafta kim var bakma fırsatım olmamıştı. Bir ara tanıdık bir ses “Sezai bey küreği bana verir misin!” diye seslendi. Başımı kaldırdığımda Meclis Başkanımız Mustafa Şentop beyin orada bulunduğunu gördüm ve küreği kendisine teslim edip ayrıldım.
Nihayet dualar ve okumalar tamamlanıp Şehzadebaşı’nahüzünle veda ederken, Konya’dan İmdat Duru bey telefonla arayıp, “Üstadın mezarının başındaki sen miydin! Yoksa ben mi benzettim” diye sorduğunda, “İmdat Ağabey nereden haberin oldu” dedim. Meğer TBMM twitter hesabından benim küreği Başkan Mustafa Beye uzattığım ana dair fotoğraf paylaşılmış. Böylece Sezai Karakoç üstadımızı mezarına indiren üç kişiden birisi oldum…
Şanı yüce olan Allah başta ümmetin şairleri olmak üzere tüm mü’minlere rahmetiyle muamele eylesin inşallah…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.