Demliyazılar
Ramazan Gezmelerim -I- Yokluk Kapısına Vardım
Derler ya “İstanbul’un taşı toprağı altın” diye.
Bu söz fazlasıyla doğru.
Ecdat Osmanlı ne kadar güzel eserler bırakmış İstanbul’da.
Tüm ihtişamıyla ve estetiğiyle insanı büyülüyor adeta.
İşte böyle güzellikleri görmek için bir Pazar günü öğlen vakti şehir hatları vapuruyla karşıya Üsküdar’a geçtim.
Vapurdan İstanbul’u seyretmek de başka bir güzel.
Tüm güzellikler önünüze seriliyor.
Camilerin heybeti, Topkapı Sarayının tüm ihtişamı, Çamlıca Tepesinin güzelliği insanı büyülüyor.
***
Üsküdar; türkülere konu olmuş bir yer.
“Üsküdar’a Gider İken Aldı Da Bir Yağmur,
Kâtibimin Setresi Uzun Eteği Çamur.
Kâtip Uykudan Uyanmış Gözleri Mahmur.”
Dizeleri Üsküdar’daki âşıklar için yazılmamış mı?
Üsküdar denizle toprağın birleştiği müstesna yerlerinden biridir İstanbul’un.
Bir de Üsküdar’a güzellik katan Kızkulesi var.
Tüm bunlar Marmara Denizinin sanki bir kaneviçe gibi Üsküdar’da işlendiğini gösteriyor.
Her yerinde başka bir güzellik, başka bir ihtişam var Üsküdar’da.
İşte bunlardan biri de Üsküdar’a iner inmez iskelenin karşısında bir Mimar Sinan yapımı camii olan Mihrimah Sultan Camii.
Bu camiyi Kanuni Sultan Süleyman, Hurrem Sultan’dan olan kızı Mihrimah Sultan için Mimarbaşı Mimar Sinan’a yaptırmış.
Diğer adı, İskele Camii.
Cami ilk yapıldığında denizle sıfırmış. Öyle ki, Padişah caminin açılışına geldiğinde sandaldan direkt camiye inmiş.
Ayrıca Edirnekapı’da da Mihrimah Sultan Camii var.
Yılda bir kez Edirnekapı’daki Caminin tek minaresinin arkasından güneş batarken, Üsküdar’daki minarelerinin arasından ay doğmaktadır. Bu kadar ince ve hassas hesaplamayı ve estetiği ancak Mimar Sinan yapabilirdi o zamanlar.
Aslında bu iki camideki ince hesaplamayı ve estetiği yaptıran olay da Mimar Sinan’ın geçmiş yaşına rağmen Mihriman Sultan’a olan platonik aşkıymış.
Bir taraftan güneş batarken diğer taraftan ay’ın doğması Mihrimah isminden kaynaklanmaktadır. Çünkü mihr-ü mah Farsçada güneş ve ay anlamına gelmektedir.
***
Ramazan olması dolayısıyla caminin içinden çok avlusu kalabalıktı.
Müslümanlar serin olduğu için namazlarını geniş avluda kılıyorlardı.
Hanımların da avluda namaz kılması düşünülmüş ve kadınlar kısmı erkeklerin görmeyeceği şekilde düzenlenmiş.
Caminin içine girdiğinizde Mimar Sinan’a ait bir eser olduğunu hemen anlayabiliyorsunuz.
O estetik, o farklı güzellik, o ışık huzmeleri sizi deruni bir düşünceye sevkediyor.
Bu güzelliği bırakıp yavaş yavaş asıl gitmek istediğim güzelliğe doğru adımlarımı atmaya başladım.
Üsküdar’ın çarşısından geçerken yolun her iki tarafı da kalabalık ve hareketliydi.
Esnaf bir taraftan mallarını satmaya çalışırken bir taraftan da vatandaşlar Pazar gününü en iyi şekilde geçirmek için Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin türbesine doğru akın akın gidiyorlardı.
Çarşıdan yukarı doğru çıkarken hafif yokuşun üçüncü sokağında bir tabela belirdi, “Aziz Mahmud Hüdai Türbesine gider” diye.
Ben de hemen o sokağa kıvrıldım ve rampa yukarı çıkmaya başladım.
Yokuşu biraz yorucu ama insan sevdiği bir yere giderken yorulmak aklına gelir mi ki?
Kalabalıktan anlaşılıyordu türbeye yaklaşıldığı.
Daracık sokaklar ve o sokaklarda eski apartmanlar var.
Binalar hem küçük, hem de gelin gibi süslü.
Farklı bir hava var burada.
Bu farkındalığın en büyük sebebi de orada Muhterem birisinin yatıyor olması.
Yokluk âleminin önderlerinden Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri oranın manevi havasını ne kadar da güzelleştirmiş.
Çoğumuz biliriz Aziz Mahmud Hüdai’nin o ilginç hayat hikâyesini.
Yeri gelmişken bir hatırlayalım;
Aziz Mahmud’un kadı olduğu dönemlerde Bursa’da hacca gitmek isteyen bir fakir varmış. Dünyadaki tek arzusu hacca gidebilmekmiş.
Dedik ya fakir, nasıl gidebilsin?
Bir gün hanımıyla konuşurken nasıl olduysa ağzından “Eğer bu sene de hacca gidemezsem seni üç talak ile boşadım” çıkıvermiş.
Günler geçmiş ve kurban bayramı yaklaşmış. Fakir söylediği söze pişman olmuş ama işin içinden nasıl çıkabileceğim diye durmadan düşünüyormuş. Aklına o zamanın kanaat önderi Üftade Hazretleri gelmiş. Gözleri yaşlı durumunu o mübareğe arz etmiş. O da “Bizim Eskici Mehmed Dede'ye git, selâmımızı söyle. O seni hacca götürüp derdine dermân olur." demiş.
Zavallı adam hemen huzurdan ayrılarak Eskici Mehmed Efendi’ye gitmiş ve Üftade Hazretlerinin selamını ileterek durumunu anlatmış.
“Ey fakir! Gözlerini kapa. Aç demeden sakın açma." demiş. Fakir gözlerini açtığında kendilerini Mekke'de bulmuşlar. Mehmed Dede, Allah teâlânın izniyle, fakiri bir anda Hicâz'a götürmüş. O gün, arefe imiş, hacılar Arafat'a çıkmışlar. Fakir ve Mehmed Dede de ihram giyip Arafat'a çıkmışlar. Ertesi günü ziyâret edilecek yerlere gittikten sonra, Bursalı hacıları bulmuşlar. Onlar, hemşehrileri olan Mehmed Dede'yi ve fakir adamı görünce sevinmişler. Fakir birkaç hediye alıp, bir kısmını da getirmeleri için komşusu olan hacılara emanet etmiş ve vedalaşarak ayrılmışlar. Yine Mehmed Dede'nin kerâmetiyle bir anda, Mekke-i mükerremeden Bursa'ya ulaşmışlar.
Zavallı fakir elindeki hediye paketleriyle evine gitmiş. Hanımı birkaç gündür evine gelmeyen kocasını eve almak istememiş ve;
“Sen beni boşamadın mı? Hangi yüzle bana hediye getirip eve geliyorsun?” demiş. Adamcağız da “Hanım ben hacca gittim, geldim. İşte bunları da Mekke’den aldım” demiş. Kadıncağız kendisiyle alay ettiğini düşünerek; “Bir de yalan söylüyorsun. Üç beş gün içinde hacca gidilip gelinir mi? Seni mahkemeye vereceğim” demiş ve kocasını Kadı Aziz Mahmud’a şikâyet etmiş.
Kadıncağız durumu anlatınca Kadı da şaşırmış. Hemen kocasını çağırttırmış. Adamcağız Hacca gittiğini, Kâbe’ye yüz sürdüğünü, bütün ziyaret edilecek yerleri gezdiğini, orada Bursalı hacılarla görüştüğünü anlatmış. Hatta Bursalı hacılara emanet verdiğini, gelince kendisine teslim edeceklerini söylemiş.
Kadı Mahmud Hüdai anlatılanlara bir türlü anlam verememiş ve "Bursalı hacıların gelmesini bekleyelim" demiş.
Bursalı hacılar gelmişler ve o fakirin lehine şahidlik yapınca davacı hanımın nikâhı fesh etme isteğini reddetmiş. Böylece adamcağız hanımıyla boşanmamış.
Ancak bu olay günlerce Aziz Mahmud Hüdai’nin aklından çıkmamış. En sonunda Eskici Mehmed Efendi’nin yanına gitmiş ve “Beni talebeliğe kabul buyurun” diye istekte bulunmuş. Mehmed Efendi “Nasibiniz bende değil, Üftade’dedir. Onun huzuruna gidin” demiş.
Kadı hemen evine gitmiş, atının hazırlanmasını emretmiş. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek atına binmiş gitmiş. Üftade Hazretlerinin dergâhına doğru giderken atının ayakları kayalığa saplanmış ve bir türlü oradan kurtulup gidememiş. Çaresiz atından inmiş, yürüyerek dergâha gitmiş ve dergâhın bahçesinde yamalı elbiseler içinde bahçede çalışan birini görmüş. Ona hitaben “Ben Bursa Kâdısı Mahmûd'um. Şeyh Üftâde'yi görmek istiyorum. Çabuk geldiğimi haber verin" demiş. Kadının hizmetçi zannettiği Şeyh Üftâde Hazretleri dinlemiş, sonra hafifçe doğrularak:
"Kadı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu hâlde ikimizin bir araya gelmesi mümkün mü? Senin ilmin, malın, mülkün, şânın ve mâmûr bir dünyan var. Bizim gibi kulların Allah teâlâdan başka kimsesi yoktur. Atın bile gelmek istemeyip ayakları kayalara saplanmadı mı?" demiş.
Bu sözler hançer gibi Kadı'nın yüreğine saplanmış ve gözlerinden yaşlar akıtarak “Efendim! Her şeyimi mübârek kapınızın eşiğinde terk eyledim. Dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz yapmaya hazırım" demiş.
Bundan sonra Aziz Mahmud Hüdai’nin hayatı değişmiş.
Bir ara Bursa sokaklarında ciğer satmaya başlamış, çocuklar kadınlar onunla alay etmesine rağmen.
Sevenleri de birçok kerametlerine şahit olmuş.
Siz isterseniz başka kaynaklardan Aziz Mahmud Hüdai’yi inceleyebilirsiniz.
İşte böyle mübareğin tekkesi herkesin ondan medet ummasından dolayı kalabalıktı.
Dindarı, dindar olmayanı; zengini, fakiri; âlimi, cahili ama herkes oradaydı.
Manevi havası yüksek olan bir yerde kadın erkek bir arada olması pek hoş değildi.
Çünkü o manevi havaya bir zıt durum bu.
Türbeden içeri girince insan ölümü hatırlıyor bir anda. Bir zamanların o muhteşem insanları da bizim gibiydiler. Ama şimdi dünyaları değişti. Onların tek farkı bugün bile hatırlanır olmaları ve onların yüzü suyu hürmetine Rabbimizden niyaz edebilmemiz.
Türbeden çıkarken hemen sağda para makbuzlarının olması da güzelliğe gölge düşürüyordu.
Orası yokluk kapısıyken neden aleni para toplanıyor?
Toplanmak zorunda mı?
Ecdat Osmanlı tüm ihtişamını bize sunarken biz bu güzellikleri hakkıyla bilebiliyor muyuz?
Düşünmemiz gerekir.
İşte böyle bir Pazar günümü yokluk kapısında geçirdim.
Varlığın içinde yokluğu arayarak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.