xxx65566
Özgürlük çağrısı!
Bazen kimin haklı kimin haksız olduğunu ayırmak zordur. Kimlerin neleri kazandığını, neleri kaybettiğini hesaplamak zordur. Hesaplar karışır, kazanılmış gibi görünen şeyler bir süre sonra büyük kayıplar olarak önümüze dağ gibi yığılır. İşte o zaman, haklı olmanın ya da haksız tarafta yer almanın anlamsızlaştığı zaman olur.
Özgürlük istiyorsak, adalet ve refah istiyorsak, onurla yaşamak istiyorsak haklıyızdır. Durduğumuz yer de, akıttığımız kan da, ödediğimiz bedel de değerlidir, kutsaldır. İnsan olarak, toplum olarak bu bedeli ödemeden hiçbir yere varamayacağımızı biliriz. Bu yüzden, daha iyiye ulaşmak için kendimizi feda eder, canlarımızı veririz. Ama bu yolda yakıp yıktığımız, kırıp döktüğümüz şeylerin hesabını yapmazsak, bedel öderken daha büyük kayıpları çağırırız. Ya da; haklı ve haksız olmanın dışında üçüncü bir gerçekle yüzleşiriz. İki tarafın da ağır zayiat vereceği bir gerçektir bu.
Günlerdir bunları düşünüyorum. Libya'da kanlı bir iç savaş yaşanırken aynı zamanda ülkenin bütün kaynaklarını yok eden saldırıyı birlikte ölçmeye çalışıyorum. NATO ve AB, bu ülkeyi işgale hazırlanıyor. Böyle olmak zorunda mıydı? Bir zalimin elinden imkanlarını, gücünü almak için bir ülke böyle bir yıkıma uğratılmalı mıydı?
Suriye'de Baas rejimini, acımasız bir mafya düzenini yıkarken etnik ve mezhep eksenli sonu gelmez düşmanlıkları hatta işgali göze almalı mıydık. Şam'ın, Halep'in bombalanmasını, uluslararası iradenin uyduruk gerekçelerini hazmetmeli miyiz?
Yemen'de halka karşı ayakta tutulan bir diktatörü alaşağı ederken başka ülkelerde o diktatörü ayakta tutanlarla işbirliğini içselleştirmeli miyiz? Irak örneği karşımızdayken, Libya örneği karşımızdayken aynı akıbete uğramadan bu değişimleri nasıl gerçekleştireceğiz?
20. Yüzyıl'ın kanlı düzenlerinin arkasındaki güçler, bizim özgürlüğümüz, bizim haklılığımız, bizim adalet arayışımız üzerinden yeni bir düzen inşasına girişirken, bizim "iyiliğimiz" için bizim kötülerimizle, bizimle omuz omuza savaşıyor görünürken hiçbir şeyden şüphe etmemeli miyiz?
Bu güçler elbette her şeye muktedir değil. 20. Yüzyıl'ın başındaki patronlukları sorgulanıyor artık. Bu gerçeğe rağmen, varolan rejimler yerine yeni iktidar kadrolarıyla iş tutma yönünde büyük uğraş veriyorlar, önemli mesafe alıyorlar. Daha şimdiden, yeni iktidar elitleriyle güçlü bağlantıları hissedilmeye başlandı. Onlara siyasi danışmanlık yapıyorlar, devlet yönetimini öğretiyorlar, petrol anlaşmaları yapıyorlar, milyar dolarlık ihaleler için ön görüşmeler yürütüyorlar. Böyle olunca da, "Ortadoğu tipi özgürlük ve demokrasi"nin ötesinde "ne değişecek" sorusu bir başka anlam ifade ediyor.
Bu coğrafyanın esaslı bir kalkışmaya, özgürlük söylemine, tarih ve geleceğe ilişkin duruşa, güçlü liderlere ve söyleme ihtiyacı var. Birinci Dünya Savaşı gibi tarihsel kırılmaya yol açacak, yeryüzünde düzeni değiştirecek meydan okumaya ihtiyacı var. Etnik sorunlara, mezhep taassubuna saplanıp kalmadan, küçük iktidar hesaplarıyla gözleri karartmadan, eline tutuşturulan şeylere itibar etmeden bir uzun yürüyüşe ihtiyacı var.
Hangi ülkeye bakarsak bakalım, Türkiye'den bu ülkelere yaklaşımlara bakalım; Libya'da olanlara, Yemen ve Bahreyn'de olanlara bakış farklı, Suriye'de olanlara bakış farklı. Kimi kendi mezhepi duruşuyla bakıyor, kimi, itiraf etmese de etnik kimliği üzerinden bakıyor ama buna İslami bir kılıf giydiriyor.
Bazıları S. Arabistan penceresinden, bazıları İran perspektifinden bakıyor. Hepsi de görünüşte özgürlükten yana, İslami duruştan yana, ama beslendikleri kaynaklar hiçbir zaman sorgulanmıyor. Bir yanda özgürlük için savaşanlar bir başka ülkede özgürlüğe karşı beslendikleri skatüko için savaş veriyor ama bunu ya iyi gizliyor ya da farkında değil.
Mesela bu ülkede İslami hassasiyetleriyle öne çıkan bazı kişi ve çevrelerin, bölgedeki gelişmelere bakışlarıyla ilgili Suudi/İngiliz yönlendirmesinden nasıl etkilendikleri hiç sorgulanmıyor. Ürdün'den, Katar'dan, S. Arabistan'dan gelen rüzgarın Londra'da estirildiğini farkedemiyorlar.
Aklıma hep şu gelmiştir: Osmanlı çözülürken neden bazı çevreler İngiliz imparatorluğu ile bu kadar yakındı? Neden bu topraklar için kendi özgürlük söylemlerini geliştiremediler, bunu başaramadılar? Ya da böyle bir amaçları yok muydu?
Bu sorunun cevabı, bugünün de cevabını oluşturuyor. Benzer çevreler bugün de aynı güçlerin, çevrelerin etkisiyle hareket ediyor. Bölgedeki gelişmelere bu perspektiften bakıyor. Müslüman olmak, İslami hassasiyeti baş tacı yapmak her zaman doğru yapmak anlamına gelmiyor. Tarih, bu kimlikte insanların, çevrelerin telafi edilmez hatalarıyla dolu. Birinci Dünya Savaşı dönemine bir göz atarsak basiretsizlik örneklerini rahatlıkla göreceğiz.
Öyle görünüyor ki, yüz yıl sonra da benzer hatalar yapılacak. Ellerimize tutuşturulan özgürlük ve adalet kadar varolacağız. 20. Yüzyıl'da bize yaşam alanı biçenlerin bu yüzyılda da aynı şeyleri yapmalarına göz yumacağız. Sonra da bunu zafer ilan edeceğiz. Onların zaferi olacak bu. Bizim kanımız üzerinden, bizim kaynaklarımız üzerinden, bizim kimliğimiz üzerinden.
İşte burada bütün coğrafyaya, hepimize bir çağrı var: Hep birlikte, bağımsız, bağlantısız, kendi özgürlük yolumuzu çizmeliyiz. Libya'nın toprakları da bizim, petrolü de.. Suriye'ninkiler de bizim. Ölenler bizim şehitlerimiz. Yıkılan bizim şehirlerimiz. NATO bombardımanında heba edilen yüz milyarlarca dolar bizim paramız.
Suriye de bizim Yemen de. Asla İngilizlerin değil. Olmaması için yüz yıl önce çok ağır bedeller ödedik. Önceki gün Golan'da öldürülenler bizim insanımız, Halep'te kanı akıtılanlar da bizim. Başkalarının bu topraklara uzanan elini kesmeden, yüz yıl geçse de, milyonlar daha ölse de kendi yolumuzu çizemeyeceğiz. İşte bu yüzden, kendi duruşumuzla, kendi söylemimizle, kendi savaşımızı vermek zorundayız.