Fatma Ç. KABADAYI

Fatma Ç. KABADAYI

On Parmakta On Marifet; Fatma Pekşen ile Söyleşi

 

Hani ilk tanıştığınızda “Hay Maşallah!” dersiniz ya…  Fatma Pekşen Hanımefendi de onlardan biri. Allah gücüne kuvvet versin, versin ki gençlerimiz kitaplarını okuyarak feyz alsın dediğimiz bir kalem… Sadece bir yazar değil aynı zamanda ne marifetleri var bir bilseniz, sohbetimizden önce dilerseniz biyografisine bir göz atalım.

Fatma Pekşen 1962 yılında Divriği’de doğdu. Eli kalem tuttuğu günden beri güzel sanatlarla ve edebiyatla ilgilendi. İlkokul yıllarından beri haşır neşir olduğu hikayelerini 80’li yıllardan sonra gün ışığına çıkardı. Hikâye, deneme ve folklor ağırlıklı yazıları, karakalem resimleri birçok dergi ve gazetede yer aldı. Türk mutfağıyla ilgilendi; Divriği yemeklerini tanıtmak amacıyla çeşitli yarışmalara, tanıtım programlarına katıldı, ödüller aldı, jürilik yaptı. Kumaş boyama, ebru ve karakalem çalışmalarıyla, ferdi ve karma olmak üzere Sivas’ta çeşitli sergi ve kermeslere katıldı. Bazı şiir ve nesir kitaplarını karakalem resimleyen Pekşen, şair-yazar Ahmet Mahir Pekşen ile evli olup Tarık ile Halil’in annesidir. ESKADER üyesi olan ve edebi alandaki çalışmalarını sürdüren yazarın yayınlanmış eserleri şunlardır:

1-      Divriği’de Mutfak Kültürü (Müjgân Üçer’le birlikte. Folklor-Araştırma. Sivas Hizmet Yayınları, 2001-Ankara)

2-      İpek Hayâller (Hikâye. Nesil Yayınları 2002-İstanbul)

3-      Mavi Hayal Pembe Düş (Gençlik Romanı Timaş Yayınları 2003-İstanbul)

4-      Kızlar Yurdu (Gençlik Romanı. Timaş Yayınları 2004-İstanbul)

            (Mine Kızlar Yurdunda adıyla 2011)

5-      Çılgın Kızlar Kantini (Gençlik Romanı Timaş Yayınları 2005-İstanbul)

6-      Menekşe Kokulu Bahar (Hikâye. Kaynak Yayınları 2005-İstanbul)

7-      Kavak Yelleri (Hikâye. Nesil Yayınları 2007-İstanbul)

8-      Ayten de Yok Artık (Hikâye. Kaynak Yayınları 2007-İstanbul)

9-      Pembe Gözlükler (Gençlik Romanı. Kaynak Yayınları 2008-İstanbul)

10-  Sarıl Bana Anne (Aile-Kişisel Gelişim. Lacivert Yayıncılık 2008-İstanbul)

11-  Liseli Annem (Gençlik Romanı-Nesil Yayınları 2008-İstanbul)

12-  Mâni Benim Ezberim/Sivas ve Çevresinden Mâniler (Müjgân Üçer ve Murat Türkyılmaz ile. Kitabevi Yayınları 2009-İstanbul)

13-  Kızımın Bilmesini İstediklerim (Gençlik Romanı/Aile İçi İletişim. Lacivert Yayıncılık 2010-İstanbul)

14-  Aslanburcu’ndan Yükselen Selçuklu Kartalı: Divriği (Müjgân Üçer ile. Folklor-Araştırma. Asitan Yayınları, 2010-Sivas)

15-  Bahadır Kuzu Çobanı (Çocuk Romanı. Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 2011-Ankara)

16-  Mine Öğrenci Evinde (Gençlik Romanı. Timaş Yayınları 2013-İstanbul)

17-  Beni Böyle Sev (Gençlik Romanı. Carpediem Kitap 2013-İstanbul)

18-  Sen Benim Hayalimsin (Gençlik Romanı. Carpediem Kitap 2013-İstanbul)

19-  Güldönümü (Hikâye. Tedev. 2014-İstanbul)

20-  Rüyaları Var Mıdır Yaprakların? (Gençlik Romanı, Carpediem Kitap, Mayıs 2014-İst.)

21-  Başaran Kardeşler/Cumartesi Aşçıları (Çocuk Romanı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 2014, Ankara)

22-  Başaran Kardeşler/Karadeniz Yolcusu (Çocuk Romanı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 2014, Ankara)

 

“Fatma Hanım, öncelikle teşekkür ediyorum vakit ayırdığınız için ve maşallah diyorum başarılarınızdan dolayı. Bu kadar farklı alanda kendini ispatlamak herkese nasip olmaz diye düşünenlerdenim. İlk sorum şu olacak, Fatma Pekşen olmak zor mu?”

            “Fatma Pekşen oldum mu dersiniz? Kendimi her daim yolu başında görüyorum. Dönüp baktığımda yılların yıllara, kitapların kitaplara, yazıların yazılara ulandığını fark ediyorum ama amatör ruhumu yitirmiyorum. “Acaba düzgün şeyler yapıyor muyum?” sorusu içimdeki canlılığını muhafaza ediyor.”  

 

“Eşinizin de yazar olduğunuzu biliyoruz. Bir yazar eşi olmak zor olsa gerek. Bir eve bir yazar fazla gelirken siz nasıl başardınız?

Enteresan bir durum hakikaten. Çok rastlanan bir şey değil. Lâkin aynı meslekten olan pek çok eş var, bizi de onlardan sayın artık. Hem aynı dili konuşuyorsunuz, hem de didişiyorsunuz işte. Öğretmen eşlerinki okul, sınıf, testler ödevler oluyor; sağlıkçı eşlerinki enjektör, nöbet, müdahale, damar yolu oluyor, bizimki de dosya, yayınevi, editör, reddiye, basım, fuar vs. oluyor. Bazen birbirimize fikir danışıyoruz, bazen birbirimizi eleştiriyoruz, beğenmiyoruz, bazen de yardımlaşıyoruz.

 

“Şimdi de gıpta ettim inanın. Fatma Hanım, çalışma yönteminiz nedir?”

“Konuyu önce zihnimde oluştururum. Neredeyse başı sonu belli olur. Sonra –eğer romansa- küçük bir özet yaparım. Kâğıt üstünde kahramanlarımın isimlerini, yaşlarını, fiziki özelliklerini belirlerim. Gözümün önünde bir yerde durur o. İşlediğim konuyu usulüne uygun vermeye çalışırım, icap eden yerlerde araştırmalarımı yaparım. Bazen konuya başlarım ama sonunu göremem. O zaman da kervan yolda düzülür der, besmeleyi çekerim. Bir şekilde noktayı koyarım sonunda.”       

 

“Allah bağışlasın iki evlat sahibisiniz. Çocuklarınız edebiyata düşkünlüğünüz hususunda ne düşünüyorlar? Gurur duyuyorlar mı yoksa kaleminizi kıskandıkları oluyor mu?”

“Yerine göre tabii ki. Gurur duydukları da oluyor, kitabı bilgisayarı kuma gibi gördükleri de. Çok sıkı çalıştığım zaman evin düzeni aksıyor ister istemez. Her ne olursa olsun, ellerinin altında anne istiyorlar. İlk gençlik dönemlerinde bilgisayarıma şifre koyup beni inim inim inlettikleri olurdu. Kitaplarımı okuyorlar mı diye sorarsanız, buna hayır cevabını vereceğim. Çünkü hep kızlara yazdığımı düşünüyorlar. Bazen bir iki küçük makalemi okuyorlar o kadar.”

 

“Biz de de aynı durum. Öykü yazmayı da okumayı da çok sevdiğinizi biliyoruz. Fakat eserleriniz daha çok roman. Hepsinin yeri ayrı fakat roman mı öykü mü desem hangisini seçersiniz?”

“Hiç şüphesiz öykü derim. Hepsinin yeri ayrı evet; hepsini de ayrı muhabbetle seviyorum. Folklor, roman, hikâye… Çok benzemiyor birbirine. Hitap edilen kitle bile farklı oluyor. Gençliğe yazarken farklı, çocuğa yazarken farklı ruh haline bürünüyorsunuz. Birbirini takip eden yaşlar olsa da ayrı emek istiyor. Hele kültür-folklor yazıları ise apayrı. Bazen kitap dergi tanıtım yazıları yazmak icap ediyor. Hepsine ciddi ciddi zaman harcamak gerekiyor. Mesela çocuk kitabı yazdıktan sonra bir gezi yazısı, kitap tanıtım yazısı yazmak kolay olmuyor. Öncesinde zihni boşaltmak, o atmosferden çıkmak gerekiyor. Öykü dedim öncelikle. Ama diğerlerini de çok ayrı görmüyorum. Bazen sofraya benzetiyorum bu meseleyi. Kimisine çorba diye uzatıyorum kaşığımı, kimisine yahni, kimisine ise muhallebi. Hepsinin lezzeti ayrı. Hepsi de fikir sofrasını süsleyen nimetler.”

   

“Kitaplarınızın isimleri çok güzel. Hele birisi çok acıklı “Ayten de Yok Artık”

İnsan Ayten’e ne olduğunu merak ediyor hemen, aslında içinde on altı farklı hikâye olduğunu biliyoruz. Bazıları sizin kitaplar çıktıktan sonra film ismi olanlardan; Kavak Yelleri, Beni Böyle Sev gibi… İsim konusunda çok düşündüğünüz oluyor mu? Eserlerinizin isimlerine başta mı sonda mı karar verirsiniz?”

“Rastgele oluyor isimler. Baştan belirlenmiş olan da var, kırk kere ismi değişmiş olan da, yayınevince konulmuş olan da. Mesela Kavak Yelleri’ne başlarken Reşat Nuri Güntekin’in bir eserinin adı olduğunu biliyordum. Gençlik hikâyeleri olarak başladığım için, şimdilik bu isimle yazayım, sonra değiştiririz diye düşündüm. Yayınevine gönderdim. Aynı isimle yayınlandı. Akabinde dizisi de çıktı piyasaya. Hiçbir bölümünü izlemedim. Fikir yürütemiyorum ama senaryosunu benim yazdığımı sananlar da oldu. Halen okunan, baskıları yapılan bir kitap.”

Beni Böyle Sev ismi yayınevinin fikri idi. Benim koyduğum başlık başka idi. Karşılıklı konuşarak karar veriyoruz bazen. Onun da halen devam etmekte olan dizisi varmış. Orhan Gencebay’ın bir şarkısının ismi aslında. Gençlerin yazıştığı bir blogda, kahramanların isimlerinin bile aynı olduğunu okuduğumda çok şaşırmıştım. Ömer ile Ayşem varmış dizide. Benim kitapta da Ömer ile Ayşenaz vardı. Gerçi esas kız Rengin’di. Tv alışkanlığım yok. Dolayısıyla dizilerle olan tesadüflerden de haberim olmuyor.

Bu arada, o acıklı bulduğunuz Ayten de Yok Artık kitabı okursanız, Ayten’in farklı bir karakter olduğunu görünce çok şaşırırsınız. O da çok sevdiğim bir öykü demetiydi.   

 

“Beni Böyle Sev dizisini ben de hiç kaçırmam, orda bir de Reyhan var, belki de sizin Rengin’dir. Her ortamda yazabilir misiniz yoksa olmazsa olmazlarınız var mıdır?”

            “Sessiz ortam bulmayı arzu ederim doğrusu. O da pek elime geçmiyor maalesef. Eğer kurguyu zihnimde oluşturmuşsam, sonunu artık görebiliyorsam, her ortamda yazabilirim. Lâkin sessiz ortamda yazmanın verdiği haz apayrı. Kahramanların sesini duyabiliyorum o zaman. Onlarla seviniyor, onlarla hüzünlenebiliyorum. Kalabalık mekânlarda yazdıklarım bana pek sathi geliyor. Gene de her durumda yazmak gerektiğini düşünüyorum. Demlenme sürecinden sonra tamiri yapılabiliyor.”  

 

“Hangi yazarların kalemini beğenirsiniz? Birkaç isim alabilir miyiz?”

“Genel olarak okumayı çok sevdiğim için fazla ayırt edemiyorum. Yerli yabancı, sağcı solcu, kadın erkek fark etmiyor. İnsanı kanatlandıran, derinden sarsan metinlerle bezeli oluyor. Hepsine de ayrı emek çekildiğini görüyorum. Emeğe saygı var sonuçta. Ama damağıma yatkın olanların yeri apayrı tabii ki. Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Sevinç Çokum, Muhterem Yüceyılmaz, Refik Halit Karay, Ömer Seyfettin, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali ilk aklıma gelenler. Şu günlerde Şerif Aydemir’in Çiçekten Harman Olmaz kitabını okuyorum. Muazzam diyebilirim tek kelimeyle. Kitap denince ağzım sulanıyor. Keşke her yazılanı okuma imkânım olsa. Galiba okumaya doymadan göçeceğim öte âleme.”      

"Aşk nasip işidir hesap işi değil. Aşk adanıştır arayış değil.
Sen kalbini adamışsan bu uğurda, aşk sana uzak değil." Diyorsunuz bir kitabınızın tanıtım yazısında. Aşk hakkında neler düşünüyorsunuz? Gençlik aşkı nasıl görüyor?”

            “Etten kemikten vücuda gelmişiz sonuçta. Yemek içmek, nefes almak gibi tabii bir hal netice itibariyle. Eğer aşkı düzgün olarak anlamış, düzgün olarak yaşamışsak, yaşıyorsak muazzam bir duygudur; kutsaldır. Ayrıca aşkı, illa da insan aşkı olarak teke indirgememek lazım diyorum. Aşk geniş bir yelpazede yer alıyor.”

 

“Edebiyatımızın bugünkü durumunu nasıl buluyorsunuz?”

“Belki dünün ustalarına yetişemeyiz ama yeni kalemlerin, yüreği kıpır kıpır eden yazarlarla şairlerin kervana katılmalarını sevinçle heyecanla izliyorum. Kelime sayısı ve estetiği açısından eski metinlerle bugünküler kıyas dahi edilemez. Öncekilere göre daha sığ olduğumuzu düşünüyorum. Lâkin mütemadiyen değişen dünyada konu da çeşitleniyor, zenginleşiyor. Herkes bu zenginliğin bir tarafından tutuyor ve yazıyor. Yazmalı da.”   

    

“Gençlik sizce ne durumda diye sorsam eminim konunun uzmanı olarak çok şey söyleyeceksiniz.”

            “Uzman olduğumu söyleyemem ama şu curcunalı ortamda gençliği ben iyi görüyorum. İmkânların bol, iyi ve kötü manada her şeye ulaşımın kolay olduğu zaman diliminde gene de ayakta iyi durabiliyorlar. Onlar adına her zaman ümitvarım.” 

 

 

“Aile hayatına, yaşlılara, gençlere, çocuklara kısaca her bireye önem veren bir yazarsınız. Duygusal, hedeflerine bağlı, iradeli bir hanım olduğunuzu bilerek, elinizde olsa neleri değiştirirdiniz diye sorsam neler söylersiniz?”

“Çekirdek aile kavramını değiştirir, geniş aile tipine geçerdim. Geniş evlerde oturan, üç kuşağın bir arada olduğu, edebin tavan yaptığı, bayramın, kandilin, hıdırellezin geleneklere uygun olarak yaşandığı günlerin yaşanmasını isterdim. Dedenin elinden tutup hamama giden torunu, ninenin elinden tutup komşu mevlidine giden küçük kızı görmek artık nasip olur mu bilmem ama hayalini kurmak bile bahtiyarlık. Masal anlatacak büyükler olacak ki dinleyicileri de bulunsun. Bırakın anneleri, nineler izdivaç programı kovalıyorsa, torunlar da ekran hapsinde olacaklardır ister istemez. (Üç ekrandan bahsediyorum. Telefon, bilgisayar ve televizyon)

Televizyon izlemiyorum, fazlaca fikrim yok ama yap yakıştır, tak takıştır türünden ucuz yapımlar, hem zamana kıyıyor, hem gençliğe hem de aile yapımıza. Diziler, filmler de hakeza. Lüksün içinde hayatlar, ardı arkası gelmeyen toplantılar, siyah camlı arabalar, ucu bucağı olmayan sarayvari evler, şık erkekler, şık kadınlar… Toplumun kaçta kaçını temsil ediyor ki? Yaşça küçükler ve ille de kadınların bu görüntülerden etkilendiği bir gerçek. En küçük sendelemede gözünü bu hiç de gerçek olmayan hayata dikiyor. Kendi evinin dışında böyle bir hayat tarzı olduğunu sanıyor ve tatsızlıklar zinciri başlıyor. Sabır ve şükür ortamında büyüyen, -kimilerine göre mahalle baskısı sayılsa da-      

    

“Kitaplarınızdan bir paragraf bir yazıyı okurlarımızla paylaşabilir miyiz müsaadeniz olursa?”

Elbette. Güldönümü kitabımdaki, Pilavın Tuzu Yok adlı hikâyemden birkaç paragrafı paylaşalım:

Oğlanlar, Kale’nin etrafına dizili mahalledeki şehir evlerini özlemiş görünüyorlar. Her bahar göçtükleri, ırmağın  karşı geçesindeki bağ evine kış boyu hasret duymaları gibiydi şimdiki halleri de. Kayalıklarla, yıkık surlarla çevrili, kartal yuvası gibi görünen mahalleye kaç gündür hasretle bakmaktalar. Yoksul olup, bağ evi bulunmayan arkadaşları burunlarında tütmekte. 

Komşularından hali vakti yerinde olanlar, atadan dededen mülkü bulunanlar, bahar geldiğiyle, eşeklere atlara yükledikleri öteberileri, at arabalarına yığdıkları denkleriyle bağ evlerinin yolunu tutar, güz çökünce eski yurtlarına dönerler. Zati uzun yıllardır bu sırayı takip edenler, büyük bakır tencereleri, sedir, dolap gibi çakılı eşyaları, iskemleleri getirip götürmezler. Oranınki ayrı buranınki ayrı olur.

Düğünü olacak olanların, o tarafta yapılacak işleri bulunanların birer ikişer gittiği günler şu günler. İneği koyunu, tavuğu olanlar, daha çok da bu hayvanlar için ağırdan alırlar göç gününü. Otlar çimenler iyice tükenmeden, şehir evinin ahırına bağlayıp, kuru ota talim ettirmek istemezler sağmal mallarını.

Geliş ayrı coşkudur, gidiş ayrı hüzün. Hem yürüyüp hem bakılır kilit asılı kapılara. Ses seda sinmiş bahçe duvarlarında bırakılır yüreğin bir parçası.

Uzun kış gecelerinde hayâli kurulan bağ evine taşınma günleri, dönüşe göre tabii ki daha eğlencelidir. Ev bark gözden geçirilir. Silinip paklanır dört yan. Gusül abdesti aldırılır tahta döşemelere. Her bahar gerinip şişinen taze bebe kokulu toprak, pıtrak gibi dökmeye başlar koynundakileri. Güzden kalan gazelleri süpürüp, yabani otları, adam boyu yükselmiş eşek dikenlerini, oynaş dikenlerini toplayıp bir köşede yaktıktan, icap eden yerleri tırmıktan çapadan geçirdikten sonra yüreği yerine oturur kadınların.

Birer nokta kadar görünen Kale dibinde kalan şehir evlerinin camlarında şavkıyan güneş, mahalleli fakir insanların selamı gibi gelir bu tarafa göçenlere. 

Nisan yağmurunu yiyip coşan evelikler, reyhanlar, anıklar, yarpuzlar kokuya beler ortalığı. Koyungözleri, civanperçemleri, peygamberdüğmeleri, mineçiçekleri, herdemgüzelleri, kedimenekşeleri peş peşe dizilir.

Asmalar göğerir, erikler, elmalar, armutlar çiçeğe durur. Hanımelleri sarkar taş duvarlardan. Çağlalar aşeren gelinlere sunar bedenlerinden fışkıran ekşilikleri. Hayat gelir dört bir yana. Ardıçkuşları, çobanaldatanlar, ispinozlar sevinçle kanat çırpar, arılar, hanımböcekleri, felfelekler sevinçle dolanır kırı bayırı.    

Bağ evine yakın yerlerde olan tarlalar güzden sürülmüş ve ekilmiş olur, kapıya gelen ortakçılara, ırgatlara güler yüz gösterilip, yemeğe oturma teklifi sunulur.

Ne zamanki gazeller inmeye başlar, bostanlar bozulur, kabakların fasulyelerin şirvantları kuruması için duvar diplerin toplanır, tevekler su götürmez olur dallara, yağ küpleri ağzına kadar dolar, çocukların kümelenip oturdukları taşlar karın ağrıtmaya başlar, günler bir avuç olmaya kalır, dönüş yolu işte o zaman gözükür işte. Birer ikişer, dualarla, şükranlarla kilit vurulan bağ evlerinde, sular kaymak tutmaya başlayınca, artık kimseler kalmaz.

Kış ortasında, tu desen yere düşmeyecek zemheride bu tarafa yolunu düşüren şehir mahalleli bir yaşlının ağzından, “bağ evine gittim bugün. Herkesin evini bağını dolandım. Her şey yerli yerinde. Merak edilecek bir şey yok” sözü çıktığında, yürekler azıcık burkulur. Yaz günlerinin hatıraları, inek böğürtülü, asma dallı bahçelerin kokuları gelip geçer. Avuç içi kadar avlulara sığılmaya çalışılır gelecek bahara kadar.

“Divriği’nin gelenek göreneğini en iyi bilenlerdensiniz, hem eseriniz hem araştırmalarınız hem büyükleriniz sayesinde eminim birkaç maniyi de bizlerle paylaşırsınız. Yanılıyor muyum?”

            “Değerli araştırmacı-yazar Sabri Koz, Sivas çevresi manilerini derlediğimiz kitabımıza önsöz yazarken, maniler için fındık altını tabirini kullanmıştı. Hakikaten fındık altınıdır. Maniler edebi alanda pek rağbet görmez ama işin içine girildiğinde hiç de öyle olmadığına şahit olunur. İsimsiz şairlerin, özellikle de kadınların vücuda getirdiği bu cismi küçük, anlamı büyük dizeler, neleri içinde barındırır bir bilinse! Seferberlikten çocuksuzluğa, gurbetten sevdaya oldukça geniş bir yelpazede yer alır. Birkaç yıl önce, komşu ilçelerden Eğin’de dönemin belediye başkanının önderliğinde açılan bir “mani yolu” bulunduğunu okuduğumda şaşırmıştım. Ekserisi gurbet için yazılan bu dizeler kadınların yüreğinden kopup gelen şelale sanki.

            Birkaç Sivas yöresi manisi…

Kekliğim taş başında

Kınalı fes başında

Ben nasıl dayanayım

Nişanlım kırk yaşında  

 

Kemerdim yollarında

Çimerdim göllerinde

İlik düğme olsaydım

Yârimin kollarında

 

Mavi boncuk kollarda

Yârim uzak yollarda

Tez gel kurban olduğum

Gözüm kaldı yollarda

 

Çıktım çeşme başına

Sabun koydum taşına

Sevda nedir bilmezdim

O da geldi başıma  

      

“Şu sıralar hangi proje üzerinde çalışıyorsunuz ipucu alabilir miyiz ve okurlarıyla ne zaman buluşacak?”

“Yeni bir gençlik romanı bitirdim. İki yıldır elimdeydi. Yayınevine gönderdim. Doğacağı günü bekliyorum. Doğum ne zamana olur bilemem. Üç ay, beş ay, bir sene; bazen doğmadan ölebiliyor da.  

Allah nasip ederse gençlik alanı devam edecek gibi görünüyor.

Kalem illetine bulaşmışız bir kere. Günümüz günümüzü tutmuyor. İlham perilerimin kırk perde arkasına saklandığı zamanlar olmuştur. Kırk kere demişimdir, daha yazmayacağım diye. Zorlayan yok, silah çeken yok; yazmasam da olur. Ama içim kaynamaya başlayınca yeniden oturuyorum yazı başına. Ne çıkarsa artık. Alanım çeşitli olduğu için, zorluğunun yanı sıra konu sıkıntısı da çekmiyorum aslında.  Bazen uzun soluklu çalışmalar oluyor bazen de dergi, gazete yazılarım oluyor. Bir şekilde yürüyoruz işte.”

 

“Fatma Hanım çok teşekkür ediyorum. Kaleminize kuvvet diyorum, nice eserlere diyorum, saygılarımı sunuyorum.

            “Ben de size çok teşekkür ediyorum. Zaman ayırdınız. Her daim yolunuz açık olsun.” 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.