xxxx1
Ney'le sinemaya üflenen ruh
Türkiye, medeniyet iddialarını yitirdiği zamandan bu yana, hayallerin bir türlü gerçeğe dönüştürülemediği, gerçeklerinse hayaletlere dönüşüverdiği sürgit metamorfozlar yaşayan bir garip ülke. Tarih şuuru yok olan bir yetimler, kimsesizler ve sahipsizler yurdu. Ben-şuurunu yitirmiş, arabeskle eurobesk arasında salınan, savrulan, o yüzden de, esaslı bir şey yitirdiğini ispatlarcasına yitirdiği şeyle yüzleşme cesareti gösteremediği için olmadık numaralar çeviren, kendisini sahteliklere, sahte gerçekliklere harala gürele adayan bir arafta kalmışlar fotoğrafyası
O yüzden, en fazla Türkiye'de anlaşılması, ayakta alkışlanması gereken Dinle Neyden filmi, en az Türkiye'de anlaşılabilen en muhteşem Türk filmi olarak tarihe geçecek! Dünyada sinemayı, bir sanat türü ve formu olarak öldüren; vulger, ayartıcı, sabun köpüğünü andıran Amerikan kültürünün propaganda makinasına dönüştüren Amerika'da Mevlânâ, son 6-7 yıldır, en çok okunan şair olabiliyor. Ama "Mevlânâ'nın çocukları"nın yaşadığı bu ülke, radikal ve sarsak sekülerleşme projesi nedeniyle kendimizi bile tanıyamaz hâle gelecek kadar ürpertici, her şeyi hallaç pamuğu gibi savurucu ve ruhumuzu yok edici bir metamorfoz tecrübesi yaşadığı/mız için, Mevlânâ'nın felsefesi üzerine kurulan bir filmi, en az izleyen ve en az anlayabilen tuhaf bir "yer" olarak tarihe geçiyor! Ne yakıcı çelişki bu böyle! Oysa karşımızda Türk sinemasını dönüştürebilecek ve Türkiye'de dünya sinemasına nasıl muazzam bir film dili armağan edilebileceğinin ipuçlarını veren bir film var! Ama Dinle Neyden'de entrika yok diye, aksiyon yok diye, izleyiciyi koltuklarına gömen hız ve kolaylıkla ayartan haz yok diye, "Mevlânâ'nın çocukları", neyin felsefesinin yani insanın varoluş hikâyesinin, hakikatin hakikatinin anlatıldığı bir filme -çok özür dileyerek söylemek zorundayım- ya "öküzün trene baktıkları gibi bakıyorlar"; ya da "bu ne yahu; ne biçim film bu?!" diyerek sinema salonlarını terk ediyorlar! Çok yazık! Dinle Neyden filmini Frankfurt Kitap Fuarı'nda Alman izleyicilerin ısrarlı talepleri üzerine üç kez gösterdim! Yabancılar, Dinle Neyden'i üç kez art arda izlediler! Ama Türk izleyicisi bir kez bile izlemeye tahammül edemedi! Metamorfoz böyle bir şey olsa gerek! Oysa Dinle Neyden filmi, geliştirdiği film dilinin niteliği, hatta "yüceliği" açısından Türk sinemasını dönüştürmeye aday, Türk sinemasında gerçekten kilometre taşı bir filmdir. Bunda, Ayşe Şasa'nın ve Özkul Eren'in incelikli, kılı kırk yaran senaryo çalışmalarının payı çok büyük. Biz sekülerleşen, sekülerleştikçe vulgerleşen ve ucuzlaşan Türklerin hayallerinin hayaletlere dönüşmesine inat, Ayşe Şasa ile Özkul Eren'in yıllardır hayalini gördükleri bir rüyanın gerçeğe dönüşmesinin resmidir bu film. Filmde bize Hollywoodvârî bir entrika anlatılmaz. Filmde anlatılan minik hikâyeler (Fransız-Osmanlı Savaşı; Dede Efendi'nin arabulucuk rolü; saray tabibi ile Gülnihal Kalfa'nın nezih ve nefis aşk hikâyesi vesaire) aslında asıl gerçek hikâyenin, asıl büyük hikâyenin, varlığın ve hakikatin hikâyesinin ney üzerinden anlatılması, neyle ve neyin temsil ettiği derûnî tasavvufî ve ilâhî hakîkatle insana ve hayata ruh üflenmesidir. Film üzerine yazılan yazılarda filmde tasavvufun olmadığı söylendi. Ne büyük gaflet! Filmin "bedeni", bütünüyle tasavvufun hakîkat kavrayışı ile tebeddün ediyor oysa: Bir görünen gerçek / zâhir var; bir de görünmeyen hakîkî gerçek / bâtın. Ama Hakîkî gerçeği her göz göremez elbette. Ayrıca filmin dili, tam bir mesnevî dili: Bir anlatıcı, naif bir anlatıcı, bize aslında iç içe geçmiş bir hikâyeler zinciri takdim eder: Ve bu hikâyeler üzerinden bizi görünmeyen hakîkate vâsıl olmaya, bunun için derûnî bir yolculuğa çıkmak için filme, filmin dünyasına dâhil olmaya çağırır: Mesnevî geleneğinde olduğu gibi, anlatıcı; hayata, dünyaya ve hâdiselere ayna tutar filmde. Ve böylelikle sanatla hayat arasında bir köprü kurar film. Tasavvufta hakîkatin yalnızca zaman üzerinden, aşkın bir zaman idrakiyle sunulduğunu biliriz biz. Film, burada ezberimizi bozar ve mekân üzerinden, kameranın ontolojisi ile muazzam bir metafizik epistemoloji ve fenomenoloji sunar bize: Çünkü mekân, kevn'in yani oluşun ve hakîkate erişin imkânlarının serapa önümüze açıldığı çok katmanlı bir fetih ve varoluş düzlemidir. İşte bu mekân üzerinden üretilen tarihî mekân, siyasî mekân, kültürel mekân, zihnî mekân, rûhî mekân, şiirsel mekân; bize filmde asalet, sükûnet, dinginlik, ilişkilerde nefâset, nezâhet, nezâket, letâfet, derûnî özgüven, sabır, şuur ve hayatı şiir gibi yaşayan insanlar aracılığıyla yansıtılır. "Kamerayı mistik bir ilhamla dönüştürme" hayalleriyle yatıp kalkan ve nihayet hayallerine bu filmle ulaştığını sevinerek gördüğüm başta Ayşe Şasa olmak üzere, Özkul Eren, Yücel Çakmaklı, filmin (kült filmlerinin) yönetmeni Jacques Deschamps, gerçekten harikulâde oyun çıkaran Lale Mansur, Ahu Türkpençe ve diğer oyuncularını, o derûnî, asîl ve asûde dekor ve kostümün mimarlarını yürekten kutluyorum.