Naim ÖZGÜNER
NASIL ZİRVE OLDULAR
IKEA. Aslında, öyküsüne bakılırsa, hayal bile edilemeyecek kadar büyüyen bir kuruluş oldu. Geçmişi yoksul bir köyde bakkal olarak kurulduğunda tarihler 1943 yılını gösteriyordu. Ingvar Kamprad, bu küçük bakkalını İsveç’in yoksul köyünde açmıştı. Bakkal dükkanını 1950 yılına kadar çalıştıran Kamprad, 1950 yılında mobilya sektörüne el atar. Ikea mağazası o dönemde sipariş üzerine çalışıyordu. Kamprad, aldığı siparişleri, kamyonetine yükleyerek müşterilerine götürüyordu. Bir gün müşteri teslimatlarını yapamadı. Müşterilerine, kendilerinin gelip siparişlerini almalarını söyledi. İşte ondan sonda Ikea, rakiplerine göre avantajlı bir sistemin oluşmasının ilk adımını attı. 1956 yılında monte edilebilir yatakları satmaya başladı. Bugün yüzün üzerinde ülkede, iki binin üzerinde bayiye ve bayileri ziyaret eden 160 milyonu geçen ziyaretçi rakamına ulaştı. Global bir başarıyı yakaladı. Bugün malzeme ağı, bir anda üç yatak odalı, otuz bin daireyi döşeyebilecek kapasiteye sahip. Lojistik sistemin başarısı sayesinde bir ürünün bir parçası bir ülkede yapılırken, diğer parçası başka bir ülkede yapılabilmektedir. Şirketin kurucusu Ingvar Kamprad, genel müdür ve en alt kademede bulunan depolama işçileri arasında sadece dört katman bulunmaktadır. Herkes birbirine rahat ulaşabilmektedir. Üst düzey yöneticileri, sekreterleri paylaşıyorlar, iş seyahatlerinde ekonomik sınıfta uçuyorlar, çalışanlar nasıl rahat ediyor ve giyiniyorlarsa, öyle giyiniyorlar, kimse unvan ve etiket kullanmıyor, herkes aynı yerde yemek yiyor, kimsenin yemek yemesi için özel odası yok. En ilginç olanı, üst düzey yöneticileri de dahil bütün yöneticiler, yılda bir haftasını depocu veya satış elemanı olarak çalışmak mecburiyetinde. “SWAT” ekibi vardır. Bir yerde mağaza açılacağı zaman, önceden gidip yer tespitini yapan ekiptir. Yer belirliyor, binanın planını yapıyor, inşaatı denetliyor, mağazayı kuruyor, açıyor, bir yıl işlettikten sonra profesyonel alt ekibine bırakıyor. Mağazanın oluşum planı öyle ki, bir ürünü almak için mağazanın bütününü dolaşmanız gerekiyor, ki diğer ürünleri de görmüş oluyorsunuz. Bir de mağazada bir restoran var. Yönetim onu da düşünmüş olmalı ki, erkek eşiyle mobilya mağazasına geldiğinde, karısının peşinden uzun uzun dolaşıp yorulmaktansa, eşine kendisinin ürünleri seçmesini, bittiğinde de gelip göreceğini, o zamana kadar peşinde dolaşıp yorulmaktansa, restorana gidip orada yeme ve içme ihtiyacını karşılıyor. Ayrıca mağazanın içerisine çocuk bakım merkezi kuruldu. Ebeveyn alışverişini rahat yapabilmesi için, beraberinde getirdiği çocuklarını, kendileri rahat dolaşabilmeleri için bakım merkezine bırakabiliyor. Düşünün bu sistem 1956 da kuruluyor, sistematik olarak devam eden yıllarda gelişiyor.
BAYAN HELEN KELLER. 19 aylık iken hem kör hem sağır olmanın ne demek olduğunu, ancak yaşayan bilir. Hem duymuyorsunuz, hem hiçbir şeyi göremeden hayata geçiyorsunuz. Cisim, nesne, renk, ses nedir bilmiyorsunuz artık. Hayat sizce çekilir mi? İsterseniz geçici olarak ta olsa bir deneyelim ve on dakikalığına kendimize körlüğü ve sağırlığı, ikisini birden uygulayalım. İşte bayan Helen Keller (1880-1968) 19 aylık iken, bir hastalık sonucu kör ve sağır oldu. Bu durum onda, normal insan davranışları dışında, vahşi bir yaşam halini aldı. Sevmediği ve hoşlanmağı her şeyi kırıp döküyor, kızdığı şeyleri ortadan kaldırıyor, bir şey yemek istediğinde normal bir yiyiş değil, adeta boğulurcasına ağzına tıkıyordu. Engelleyen olursa bağırıp çağırıyor, ortalığı ayağa kaldırıyordu. Ailesi bir eğitimciyle tanıştı ve sonunda Perkins Körler Okulu mezunu Anne Mansfield Sullivan, Helenin eğitimi üstlendi. Yirmi yaşındaki bu genç öğretmen için, minik vahşiyi insan sıfatına çevirmesi hiç de kolay olmayacaktı. Azmetti ve sonunda başardı da! Helen Keller, zamanla parmaklarıyla okumayı öğrendi. Sonra da boğazdan çıkan ses titreşimlerini duymak için parmaklarını öğretmen Sulliva’nın gırtlağına koyarak konuşmayı öğrendi. Daha sonra Cambridge’deki Radcliffe Collage okuluna kaydoldu. Dersleri takip etti. Gırtlaklardan çıkan ses titreşimlerini, avucunun içine yazarak okuma ve yazmasını ilerletti ve 1904 yılında, 24 yaşında üstün başarı ile mezun oldu. Artık kendini, kendisi gibi olanlara adadı. Kitaplar yazıyor, konferanslar veriyor, kendisi gibi kör ve sağır olanlara eğitim amaçlı destekler sağlamaya başladı. Parmaklarında ki dokunma duyusu çok yüksekti Helen Keller’in. Birinin dudağına hafifçe dokunduğunda ne dediğini anlayabiliyordu. Parmaklarını piyanonun tuşlarına gezdirdiğinde sesleri duyabiliyor, elini sıktığında sizin mutlu olup olmadığınıza varıncaya kadar tahmin edebiliyordu. Kendisi için özel yapılmış satranç ve damada oldukça ustaydı. Tek üzüldüğü şey, insan sesini duymamasıydı. Ona her zaman özlem duyuyordu. Bu kadın, insanlık tarihine bir dilenci olarak değil, örnek, çok iyi bir eğitimci ve yazar olara geçti. Mark Twain, bu kadını 19. Yüzyılın en ilginç kişilerden biri olduğunu söyler. Acaba sadece bir günlüğüne görebilmesi mümkün olsaydı, önce neleri görmek isterdi Helen Keller? Bu soruya bayan Keller çok ilginç bir cevap verir: “Birinci gün, bana olan iyilikleri ve yardımlarıyla hayatıma değer katan insanları görmek isterdim. Bir kimseyi görebilmenin insanlarda ne hisler uyandırdığını bilmiyorum. Ben sadece dokunarak onların yüz hatlarını, kederli mi neşeli mi oluklarını hissedebilirim. Fakat görenler acaba gözlerini iyi kullanıyorlar mı? Sevdiklerinin göz renklerini, yüz hatlarını biliyorlar mı? Evet, ilk gün sevdiğim arkadaşlarımı eve çağırıp yüzlerine uzun uzun bakardım. Sonra yeni doğmuş bir bebek görmek isterdim. Sadece onun masumluğundan bir güzellik hissesi alabilmek için. Kitapları görmek isterdim. O akşam grubun her zamankinden daha parlak ve muhteşem olması için Allah’a yalvarırdım. Ve gözlerimi hiç, ama hiç kapatmazdım. Ertesi gün şafak vaktini seyrederdim. Sonra insanlığın sanat eserlerini görmek isterdim.” Doğuştan gözleri görmeyen birine sorabiliriz bizde.
1996 yılında, İstanbul’da ulusal yayın yapan bir radyoda, her hafta, konukları ağırladığım bir programım vardı. Adı: “Naim Özgüner’in Konukları” Bir programımda, gözleri doğuştan görmeyen Eşref Armağan adlı konuğumu ağırlamıştım. Güzel bir program olmuştu. Yoğun ilgi ve telefonlar gelmişti. Evli ve çocuk sahibi biriydi. Dünyada hiçbir nesneyi, varlığı, maddeyi görmemesine rağmen, harika resimler çiziyordu. Kendisie stüdyoda iki resim çizdirmiştim. Sıfır karanlıklı bir odada, çok rahat istenilen cismin resmini çizebiliyordu. Sadece, resimleri doğru çizebilmesi için, dokuz renkten oluşa resim kalemlerini, kendi sıralamasına göre sıralıyordu. Yer değiştirirse, çizilen resim farklı oluyordu. Çok sorular sormuştum kendisine. Benim için, sorduğum en önemli soru şuydu: Eşinin ve çocuğunun yüzünü merak ediyor musun? Kendisi İstanbul Küçükçekmece’de oturuyordu. Şakacı, nüktedan biriydi. Küçük bir dükkanı vardı. Ne işi yapıyordu biliyor musunuz? Radyo, teyp tamiri. Medya dünyasına, radyo yoluyla ilk kazandıran belki de bendim.
LEVİ’S KOTLARI. Altı çocuklu ailenin beşinci çocuğu olarak 1829 yılında Almanya’nın Buttenheim şehrinde dünyaya geldi Levi Strauss. Babası manifaturacıydı. Tüberkülozdan hayata veda etti. Kardeşler kendilerine yeni bir dünya kurmak üzere dağılırlar. Ağabey New York’a, ablası ve eniştesi San Francisco’ya yerleşirler ve baba mesleğini devam ettirirler. Genç Levi, Amerika’ya ayak bastığında 18 yaşındaydı. Yani 1847 yılıydı. Kendi işini kendisi kurmak istediğinden, Kentucky eyaletine yerleşir ve beş sene süreyle, elde ettiği bir el arabası ile, işportacılık yaparak, iplik, kumaş, düğme, makas gibi manifatura ürünlerini satmaya başladı. 1853 yılında ablasının ve eniştesinin ısrarı üzerine, Amerika’da altına rağbet devri başladığından, elindeki bütün paralar ve mallarla birlikte San Fransisco’ya gitmek üzere New York’tan gemiye biner. Elindeki bütün malları gemideki yolculara sattı. Madencilere satmak istediği elindeki çuha bezlerini kimseye satamadı, alan çıkmadı. Bir gün maden işçileriyle sohbet ederken, kayalık üzerindeki çalışan işçilerin pantolonlarının devamlı yırtıldığını gören Levi, kafasında şimşekler çakar, elinde kalmış olan çuha bezlerini, pantolon yaparak, ‘Levi’ markası altında satar. Marka, ilk günden itibaren ilgi görür. Yoğun taleplere cevap verememeye başlar Levi. Kısa bir süre sonra çuha bezi yerine, ağır dokunmuş pamuklu kumaş kullanmaya başlar ve bugünkü bildiğimiz Levi’s markalı kot pantolon ortaya çıkar. 1850 yılında San Francisco’da küçük bir yerde temelleri atılan Levi Strauss Şirketi, bugün dünyada jean sektörünü belirleyen dev bir şirket olmuştur. Hemen hemen 170 yılı geride bırakan Levi Trauss Şirketi, 70’e yakın ülkede, 40 bine yakın çalışanıyla, faaliyet göstermektedir. Şirketin hisse senetleri 1996 da 265 dolara kadar yükselmişti. Güçlü bir yönetimi vardır. Bugün bile piyasa da hala 1 numaradır. Çalışanlarına kullanma yetkisi vermesi, organizasyon yapısının güçlülüğünü ve devamlılığını göstermektedir. Modanın baş döndürücü hızla değişmesine rağmen, değişmeyen tek şey, piyasayı hala elinde tutuyor olmasıdır. Yetkilendirme, şirketin prensibi haline gelmiştir. Her çalışan, kendine yılsonunu kapsayacak bir hedef koyar. 6 ay sonra da yurtdışından denetleyiciler gelir. Herkesin koyduğu hedefi denetlerler. 1990 yılında yaşanılan üretim hatası, problemlerin ortadan kalkması için yeni bir yönetim anlayışına gidildi. 50 milyon dolarlık yeniden yapılanma projesini oluşturdu. Üretim, pazarlama ve dağıtım alanında daha çok bu projeyi uyguladı. “Emir ve komuta” anlayışından ziyade, “inisiyatif alma, verme ve kullanma”, kurumsal kültürün özünü oluşturuyordu. Mission Statemet, “Misyon Tanımı” adı verilen belgeyi geliştiren şirketin başkanı Robert D. Haas, şirketi için şöyle diyordu: “Çalışanlarımızın gurur duyacağı ve yürekten bağlı olacağı bir şirket istiyoruz.” Yönetim anlayışında insanı öne çıkarıyordu Levi’s. 2001 yılında dünyanın neresinde olursa olsun, görev ayrımı gözetmeden, 40 bine yakın çalışanına yıllık gelirleri oranında maddi ödül vermeyi amaçlayan büyük bir kuruluş oldu. Global Başarı Paylaşım Planı’na göre yıllık gelirinin yüzde 10 una tekabul eden bölümünü, çalışanlarına yıllık ücretlerine, başarılarından dolayı ilave edilecektir. E-mail:naimozguner81@gmail.com