Sezai ÇİÇEK
Nacar Haci ve Oğlu
Nacar Haci, kasabanın tek marangozuydu. O, Seyrantepe Mahallesi, Alemdar Caddesindeki avlulu kerpiç evinin bir odasını marangozhane olarak kullanırdı. Marangozun kasabada ve yakın köylerde bilinen ismiyse “Nacar Haci” idi. Sanırım bu kelime Arapça'da marangoz anlamına gelen "Neccar" kelimesinden esinlenmiş olsagerek. Seyrek de olsa kendisine "Marangoz Haci" diyenlerde vardı. Aslında “Nacar” yine eskilerin bildiği üzere bir saat markasıdır.
Geçimini bu meslekten sağlayan kasabadaki ilk ve tek kişiydi. Gerçi, onların da 10 dönüm civarında bir tarlası da vardı. Lakin burasını kendileri ekip biçmez, daha ziyade bizim kasabadan birisine, çocukluğumuzdaki deyimle icara yani kiraya verirlerdi. Sadece bir sene o da ortanca oğlunun askerlikten geldiği zaman bu tarlaya mercimek ektiklerini duymuştum.
Nitekim o tarihlerde tarlasının tamamına mercimek eken pek olmazdı. Belki de onlarda arazinin bir bölümüne mercimek ekmişlerdi. Böylece Yasin'in ailesi, kasabada arazisi olmasına rağmen çiftçilik yapmayan az sayıda aileden biriydiler. Yine o tarihlerde hemen her evde birkaç inek-dava beslenirken, Yasin'gilin avlulu büyük evlerinde, ahır ve samanlık da olmasına rağmen büyükbaş ya da küçükbaş hayvan da beslemezlerdi.
Biz çocuklar Yasin’in babasına “Haci Emmi” diye hitap etmekle birlikte, kasabadakiler gıyabında “Nacar Haci” derlerdi. Haci Emminin dört çocuğunun üçü oğlandı. İlk ikisini ilçede Kur’an Kursunda okutmuş ve “hafız” olarak yetişmişler ve imamlık yapıyorlardı. En küçükleri Yasin ise bizim akranımızdı.
Bu arkadaşımız gerçekte ilkokula bir yıl geç başlamış olmasına rağmen, derslerinde başarısı ve sınıfındaki diğer öğrencilerden 2-3 yaş büyük olması da dikkate alınarak okul yönetimince ikinci sınıfı okumadan bir üst sınıfa alınmıştı. Yasinle ilk okul üçüncü sınıftan itibaren aynı sınıfta okuyup birlikte mezun olduk. Ahmet Duran, Yasin ve ben üçlü olarak İlkokul 4. Sınıftan itibaren de ilçedeki İmam Hatip Lisesinde kayıt yaptırmayı planlamıştık.
İmam Hatip Lisesinde okuma düşüncesinin bir nedeni de, akrabamız olup kasabaya Alemdar Köyünden iki yıl önce ailesi taşınan Emir Ağabeye olan sevgimdendi. Emir Abi sessiz, ince esprili, kendi halinde ve kitap okuyan birisiydi. O dönemde çevremizde kitap okuyan fazla kişi olmadığından dikkatimi çekmiş olabilir. Hatta Ahmet Günbay Yıldız ve Yavuz Bahadıroğlu'nun yazdığı romanların o tarihe kadar yazdığı tüm romanları Emir Abiden alıp okuyordum.
İlk okul beşteyken, sınıf öğretmenimiz:
-“Yeni sene hangi okulda okumayı düşünüyorsun” dediğinde, tereddütsüz olarak,
-“Afşin İmam Hatip Lisesi’nde” dedim. Bunun üzerine, kendisi bana:
-“İmam Hatip Lisesine gitme. Kasabadaki ortaokula kaydolup, sonrasında normal lisede okursun” demişti.
-“Neden İmam Hatip lisesinde okumayayım öğretmenim” şeklindeki sorum üzerine de,
-“Büyüdüğünde ne demek istediğimi anlarsın” şeklinde cevap verdi.
Aradan geçen zamanda ben öğretmenimi dinlemeyip!, orta ve lise eğitimimi Afşin İmam Hatip Lisesini tamamladım. O günden bu yana halen ne demek istediğini bir türlü anlayamadım!.. Yoksa ben hiç büyümedim mi acaba!?:))))
Yasin, mahallede en samimi iki arkadaşımdan birisi olduğundan okul dışında da sürekli olarak beraberdik. Doğrusu Yasin’e bazen de imrenirdim. Çünkü bizler gücümüzü aşacak şekilde tarlada çalışır, kasabanın tüm çocukları gibi çiftçi olan ailemize destek olurduk. Fakat onların tarlası kirada olduğu için hiçbir zaman tarla-tahım işleri olmazdı. Hatta bizler, kendi işimiz bitse bile yevmiyeci olarak bahar aylarında komşuların pancar ve fasulye tarlasına çapa yapmaya, temmuz-ağustos aylarında da nohut yolmaya (tarladan nohutların toplanması), ekim kasım aylarında da pancar sökmeye-kesmeye giderdik. İşte benim arkadaşım bizim için rutin olan bu işlerden adeta muaftı. Belki ailenin en küçüğü olması sebebiyle böyleydi. Belki de bizim arazide çalıştığımız zamanlarda O da babasına yardımcı olurdu bilemiyorum.
Bir yıl da Haci Emmiden Kur'an eğitimi aldık. Haci Emminin marangozhane olarak kullandığı, kapısı evin avlusuna açılan ve yaklaşık 10 metrekare genişliğinde olan küçük odasında oğlu Yasin, Göksel, bizim sınıftan Sabahattin Durdu ve Bozo Nuri ile ben Elif-Ba öğrenmeye başlamıştık. Gerçi o tarihte Elif Cüzü Okuyoruz diyorduk aldığımız eğitime.
Bu eğitim işi Haci Emmi açısından bir gönüllülüktü. Sadece Cuma günleri her bir öğrenci adına “cumalık” denilen küçük bir hediye getirirdi hocaya. Cumalık genel olarak, süt ya da yoğurt belki peynir, çay şekeri (çoğunluk pancar üreticisi olduğu için hemen herkeste çuval çuval toz şeker bulunurdu), yahut hububat gibi götürüldüğü evin küçük de olsa bir ihtiyacını giderecek şeyler tercih edilirdi.
Bir gün kendisini ziyarete gelen bir ahbabına çocukları elif ba okutma işine neden girdiğini anlatırken;
“Ne yapsaydım yani, Veli Hoca vefat etti gitti. O hayattayken çocuklara ve gençlere Kur’an öğretiyordu. Şimdi kasabada kimse yok öğretecek. Eğer ben de okutmazsam bu işin vebalinin altından kim kalkacak” diyordu.
Hatta söylediğine göre, Veli Hoca hastalandığı zaman kendisine: “Haci benden sonra köyün çocuklarını sen okutacaksın. Bu işin emaneti senin omuzlarında.”, demiş. Veli Hoca diye bahsedilen zat asıl işi çiftçilik olan kasabalı birisiymiş. 1970’li yıllardan önce Çoğulhan Köyünün camiinde imamlık da yapar ve gençle-çocuklara da Kur’an öğretirmiş. Veli Hoca kendisi hafız olmamasına rağmen birden fazla hafız ve hafızlığını tamamlayamamış çokca öğrenci okutmuş.
Veli Hoca’nın köyde Kur’an okuttuğu zamanlarda defalarca jandarma tarafından gözaltına alındığını da eşi Zeynep Ebemden (annaannem) duymuştum. Bazan jandarmalar onu bir gece nezarethanede tutar sonra da bırakılırmış. Kur’an eğitimi daha ziyade eve baskına gelecek jandarma tarafından hemen görülüp fark edilmeyecek odasında yapılırmış. Hatta Çoğulhanlılar Kur'an öğrenirken jandarma baskınına uğramamak için belli yerlerde gözcü bulundururlarmış. Kimi zaman da baskın önceden alınır ve hemen Kur’an-ı Kerimler ve elif cüzleri komşu evin samanlığına yahut tandırına gizlenir üzeri eşyalarla kapatılırmış.
Haci Emminin sağ ayağında diğerinden belirgin şekilde kısa olduğu için yürürken aksardı. Yasin’den duyduğuma göre babası Sarıkamış’ta askerlik görevini yaparken, kışın bir kızağın çarpması sebebiyle derin bir yar alan bacağı ameliyat sonrasında diğerinden kısa kaldığı için aksak kalmış. Bu sebeple kasabada bazıları ondan söz ederken “Topal Haci” diye bahsederlerdi. Aslında bu tamlama pek sevimli olmamakla birlikte seyrek de olsa kullanılırdı. Zaten hemen herkesin bir lakabının olduğu köy hayatında bu şekilde konuşmak birazda normal sayılırdı.
Nitekim, bizim çocukluk dönemimizde kasabada bir çok kimsenin lakabı vardı. Mesela; “Memillerin Ali”, “Tahalak Memmed”, “Min Durdu”, “Çiçekli Kadir”, “Kendik Durdu”, “Yado Mustafa”, “Topal Mahmut”, “Hafız Emmi”, “Hamoların Ali”, “Kabak Haci, “Tahı Memmed”, “Ponunun oğlu Ramazan”, “Dişo Memmed”, “Patal Osman”, “Casos Ali”, “Lallo Halil”, “Çerkez Hasan”, “Bekteş İbrahim”, “Ehmo Emmi”, “Kel Kadir”, “Şıho”, “Kara Halil”, “Civezlerin Hasan”, “Seddik”, “Gözükaraların Abidin”, “Kılıç”, “Kara Memmed”, “Turist Osman”, “Sağır Memmet”, “Gidik Salih”, “Şerif Hasan”, “Hayo”, “Mucuk Halil”, “Teke Bayram” “Camız Ali”, “Kara İsmail” ve bizim neslimizden de"Agoş" "Paşa" ve “Bozo Nuri” gibi bir çok kişi lakabıyla anılırdı. Nitekim Türkçe’de “kişi lakabıyla anılır” şeklinde bir de deyim vardır malumunuz. Bu lakaplar isim soy isim gibi kullanılır ve genelde kişinin gıyabında söylenirdi.
Nacar Haci, namazını çoğunlukla camide cemaatle eda ederdi. Minberin sağdaki safın en sonuna durup, tahiyyatta sağ ayağını öne doğru uzatarak namazına devam ederdi. O tarihlerde neredeyse cami cemaatinin tek engellisi olmasına rağmen namazda ne tabureye ne de sandalyeye oturmazdı. Oysa şimdi istisnasız tüm camilerde ya sandalye-tabure ya da özel sıralar yapılmış vaziyette. Ne yani diyor insan bunları görünce gayrı ihtiyari olarak, “Gerçekten namaz kılmak açısından bu kadar engelli mi var cemaat içerisinde!”
Nacar Haci’nın marangozluğunun tümü beden gücüne dayanırdı. Mesleğini, Memili Emmi’den, kendisine bir karasaban yapmasını istemesi üzerine, red cevabı alınca bu işi ben de yapabilirim diyerek başladığı söyleniyor. Askerlik yaparken kışlanın marangozhanesinde çalışarak iyice geliştirmiş hatta burada yapılan bir imtihana da girip, o tarihlerde kapıların açıp kapanan kanadına yeni eklenen firek yani kilit takma işini başarıp, marangozlık belgesi almış. Ustamızın hiçbir elektrikli aleti yoktu işyerinde. Vaktiyle kasabada elektrik olmadığı için önceleri bu mümkün değildi. Lakin kasabaya 1976 yılının Haziran ayında elektrik gelmesinden sonra da herhangi elektrikli el aleti olmaksızın mesleğini icraya devam etmişti.
Marangozhanede bir taraftan da ahlaki eğitim alıyor, namaz, oruç gibi ibadetlerin usul ve şartlarını da öğreniyorduk Nacar Haci’den. Bizimle birlikte öğrenci olan oğlu Yasin’i de aynı şartlarda eğiten, ona herhangi bir ayrıcalık tanımayan bir yapısı vardı hocamızın.
Bu okuma zamanları dışında Yasin’in yakın arkadaşı olduğum için Haci Emmigilin evine ve marangozhaneye teklifsiz gidip gelen neredeyse tek çocuktum. Bazan oğluyla bana bir küçük tahtayı ortadan ikiye biçmek için elimize bıçkı dediği küçük bir testereyi verip, “Hadi bakalım çocuklar şu tahtayı düzgün şekilde ortadan ikiye biçin” derdi marangoz. Doğrusu Yasin'in testere kullanması bana göre daha iyiydi ve daha düzgün biçerdi tahtayı. Benim el beceri pek olmadığı için, kalemle baştan başa çizilmesine rağmen bir metrelik tahtayı birkaç yerde eğri keserdim. Bu nedenle bir el becerisi anlamında “bir baltaya sap olamadım”
Marangozhanede duvara dayalı olan, ikibucuk metre uzunluğunda bir metre derinliğinde ahşap bir tezgah vardı. İşlerin büyük bir kısmı bu tezgah üzerinde yapılırdı. Kullanılan alet ve edavat sayısı da sınırlıydı. Zaten pek kimsenin evinde marangozların kullandığı aletler de pek bulunmazdı. Örneğin bir testere bile kasabada marangoz dışında belki üç beş kişide daha vardı. Haci Emminin mesleğini icra ederken kullandığı el aletleriyse; duvara asılı olarak duran, irili ufaklı 3-5 adet bıçkı yani testere planya, gönye, bir adet tahta metre, burgu, yan keski, keltepen, çekiç, keser, törpü, biley taşı, mengene vb. tamamı kas gücüyle çalışan el aletleriydi.
Marangozumuz vaktiyle kasabadaki evlerin hemen tamamı kerpiç ve tek katlı olduğu için, ağırlıklı olarak kapı ve pencere, nadiren de olsa “inecek” dediğimiz evin damına iniş-çıkış için kullanılan tahtadan merdiven yapardı. Seyrekte olsa hali vakti yerinde olanların evinin tabanına ahşap döşeme yapardı. Ramazan Amcamın demesine göre, 1960’larda, dedemgilin evinin kapı ve pencerelerini de Nacar Haci yapmış. Yanında da kalfa olarak küçük kardeşi “Avcı” çalışırmış o zamanlar. Kapı 15,00 TL Pencereler ise 10,00 TL’ye yapılmış. Amcamın söylediğine göre o tarihte bir işçinin yevmiyesi 10,00 TL imiş.
O vakitler, pencerelere içten geçmeli demir parmaklıklar da konulurdu. Lakin bu parmaklıklar ilçeden satın alınırdı diye hatırlıyorum. Zira kasabada demirci yoktu. Zaten o zamanlarda Çoğuhan’da; Haci Emmi dışında esnaf olarak, kasap, fırın ve birkaç bakkaldan başka işyeri de bulunuyordu. Bakkala dükkan denilirdi.
Merdiven demişken, çocukluğumda hatırladığım en ilginç düğün alayında da bir merdiven kullanılmıştı. Şimdi nasıl yani diyeceksiniz. Şöyle ki, “Deli Memmet’in oğlu İhsan’ın düğününde, tahta merdiveni önde iki arkada iki kişi olmak üzere omuzlarına almışlar, orta yerine bir yükselti konulmuş, baş tarafına da bir başka şekil verecek eşya. Üzerlerine baştan aşağı bir büyükçe bir siyah bez örtülmüş ve deve götüntüsü verilmişti. Ortadaki yüksekliğin devenin hörgücü olarak algılanıyordu. Bizim memleketimizde düğün alayına o günlerde “saamen” denilirdi.
Camide cemaate namaz kıldıracak kadar ilmihal bilgisi ve Kur’an okuması olmasına rağmen, mecbur kalmadıkça namazda imamlık yapmazdı Marangoz Haci. Seyrek de olsa müezzinlik yaptığına da şahit olduğum Haci Emminin. Namazına ibadetini düzenli yapan birisi olup, kasabada namazlarının neredeyse tümünü camide cemaatle eda eden beş-altı kişiden birisiydi.
Kendisinden mi duydum yoksa oğlundan mı işittim, “çocuklarımın hepsinin hoca olması için Allah’a dua ettim” demiş olduğunu da hatırlıyorum. Haci Emminin duası kabul olmuş ki, bizim ortaokul öğrenciliğimiz döneminde ilk iki oğlu gerçekten hafızlığını tamamlayıp süreç içerisine imam olarak göreve başlamıştı. Sanırım her ikisi de şu an emekli olmalı. En küçük oğlu ise o tarihlerde Uludağ Üniversitesine bağlı olan Balıkesir Necatibey Eğitim Fakültesi Biyoloji bölümünün ikinci sınıfında eğitimini yarım bırakarak Kırşehir’in Kaman ilçesine bağlı Savcılı Değirmendere Köyünde imamlığa başlamış ve bu görevine 29 yıl aynı ilçenin faklı köylerinde devam ettikten sonra Afşin'in Koçovası'na tayini çıkmıştı.
Haci Emminin bir özelliği de çocukları ısrarlı olarak okumaya teşvik etmesiydi. İlkokulu bitirdiğim sene İmam Hatip Lisesine kaydolma isteğim ilçe merkezinde ev kiralayıp öğrencilik yapmanın ayrı bir maliyeti olması, ailemin eğitim masraflarımı karşılaması vb. nedenlerle gerçekleşmemişti. Bunu duyan Haci Emmi “oğlum senin okumana mani olan ailen de olsa aslında sana iyilik etmiyor bilesin” demişti.
İlkokul dördüncü sınıfta iken Yasinle birlikte yoğun bir kitap okuma dönemimiz başlamıştı. İlkokulun kitaplığındaki tüm kitapları sırasıyla okumuştuk. Bu arada mahallede bizden yaşı büyük olup da ilçede ya da kasabadaki ortaokulda okuyan öğrencilerin de kitaplarını ödünç alıp okuyor, sonra da iade ediyorduk. Gün geldi bu kitaplar da bitti. Ne yapalım diye düşünürken, Yasin’in aklına bir çözüm gelmişti. Babasının marangoz atölyesinde tahtadan iskembe yapacak ve bunu kasabada sattıktan sonra parasıyla Afşin’den kitap satın alacaktık.
İyi de yaşımız 11-12 olduğuna göre bizim usta bir marangoz gibi iskemle yapmamız pek mümkün değildi. İşte bu sırada Nacar Haci devreye girerek, 10 adet iskembe yapmıştı. Biz de bu iskembeleri Yasinle birlikte tanesi 10 TL’ndan satıp 100 TL ile Afşin’deki iki kitapçıdan birisi olan “Kolukısa”dan bir hayli kitap almıştık. Diğer kitapçı ise emekli öğretmen olan Sadık Aksakal’dı. Yalnız kitapları arkadaşımla birlikte biz mi yoksa küçük ağabeyi ilçeden satın almıştı şu an net olarak hatırlamıyorum. Ancak bildiğim bir başka hususta, Yasin’e ağabeyinin ilçeden getirdiği kitapların tamamını ben de okumuş olmamdı.
Evlerimiz de aynı mahallede hatta aynı sokakta olduğu için yakinen bildiğim bir diğer husus da Nacar Haci’nın ömrü hayatında herhangi bir kişiyle kavga ve gürültüsü olmadığıdır. O tarihlerde köylüler arasında yakın akraba bile olsalar çeşitli ve bazen de sudan sebeplerle kavga ve çekişmeler eksik olmaz, uzun ya da kısa süreli dargınlıklara rastlanırdı. Ancak Haci Emminin ne kendi akrabaları ne de yakın-uzak komşu yahut kasabadaki herhangi birisiyle anlaşmazlığına kimse şahit olmamıştır.
Kasabanın eli yüzü temiz şahsiyetlerinden olan Haci Emminin bir hayli çekişmeli geçen belediye başkanlığı seçimlerinde oyunu hangi tarafın adayına verdiği de bir muamma idi. Zaten o tarihlerde kasabada Adalet Partisi ve CHP belediye seçimlerinde aday çıkartırdı. Partiden ziyade adaya oy verildiği yıllar olduğu için her iki aday da marangozun kendi seçmeni olduğunu söylese de O gerçekte kime oy verdiğini kesinlikle belli etmezdi.
Konu-komşu, küçük büyük herkesle selamlaşan, hal hatır soran bir kişiliğe de sahip olan Nacar Haci’yi kasabalının tümü de severdi. Zaten esnaf olması hasebiyle de herkesle iyi geçinmek gibi bir özelliğe de sahipti Yasin’in babası. Çoğulhan’ın tarihini Arif Emmiden sonra en iyi bilen kişiydi aynı zamanda. Vaktiyle yayla olarak kullanılan Çoğulhan’a ilk yerleşen aileyi ve sonrakileri tek tek sayardı konu açıldığında.
Yıllar yılları kovaladı ve önce Yasin ertesi yıl ben üniversite eğitimi için kasabadan ayrıldık. Arkadaşımın ikinci sınıftayken fakülteden ayrılıp imamlığa başlaması sebebiyle annesiyle birlikte görev yaptığı köye gidince, Haci Emmi tek başına yaşamaya başlamıştı. O zamanlar, tatil dönemlerinde kendisini sık sık ziyaret edip duasını almayı ihmal etmezdim. Yasin’le görüşüp görüşmediğini sorduğumda, pek belli etmese de gözleri dolar, “mektubu geliyor ara sıra, haberini alıyorum, iyilermiş” derdi.
Eşi Rahma Teyze’nin 1991 yılında vefatıyla hepten yalnız kalmıştı Haci Emmi. Her ikisi de il merkezinde imam olarak görev yapan büyük oğullarının yanına gitse de kısa süre kalıp geri kasabaya dönüyormuş. Yasin’in bulunduğu yer ise ona çok uzak göründüğü için hiç gitmiyormuş. Yasin'e, ısrar etmesine rağmen, senin yanına geleyim de evim hepten boş mu kalsın, diyormuş. Nihayetinde çocukları uzakta da olsa konu komşusu artık ona geçmişine dair yegane hatıralarmış.
Haci Emmi’nin, vefatından birkaç yıl öncesinde her iki gözü de görmez olmuştu. “Anam da benim gibi olmuştu, bu bizde soysüren (ırsi) bir hastalık” diyormuş soranlara Yasin’in babası. Gözleri görme yetisini kaybedince bir taraftan hayata tutunmasını sağlayan işini yapamaz hale gelmişse de asıl sıkıntısı camiye gidemez hale gelmesiymiş. Artık zamanla kendisi de bu hale mecburen katlanmaya başlamış ve namazları evinde eda etmeyi sürdürmüş. Cuma günleri bir komşunun yardımıyla camiye gittiğinde ahbap ve yarenleriyle eski günleri yad edermiş.
Şu gurbet öyle bir hal ki azizler, sevip saydığınız bir çok kimsenin ne hastalığına ne de vefatında yanında bulunabiliyorsunuz. İşte bu sebeple bizim aile büyüğümüz gibi gördüğümüz aynı zamanda arkadaşımızın da babası olan Nacar Haci’nın vefatını da haftalar sonra duyduk.
Geriye baktığımda mü’min bir babanın oğulları hakkındaki duanın kabul edilmiş olduğunu anladım.
Şanı yüce olan Allah vefat eden mü’minlerin cem-i cümlesine rahmetiyle muamele eylesin…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.