Meşruiyetin kaynağı çoğunluğun kararı değilse ne?

Türkiye’nin hiç sona ermeyen en önemli tartışma başlığı siyasi rejim üzerindeki vesayet meselesi ve meşruiyet sorunu ise de bundan daha önemli olanı, bu sorunu tespit etmeyi, hangi suali sorarak ve nerede durarak yaptığımızdır.

 

Tartışmanın en güncel taraflarına ve bugünkü cepheleşmeye baktığımızda, ordunun siyaset üzerindeki vesayetinden bahsedenlerin soruna iktidarın penceresinden baktığını; sivil vesayet ve otokrasiden sözedenlerin ise askerin bakışaçısından soruna yaklaştığını düşünebiliriz. Ama bu durumda da tamamen siyasi bir tartışma yapıyor oluyoruz ve tarafların serdettiği görüşler, meselenin aslına ilişkin olmaktan çok, birbirine üstünlük kurmanın aracı haline geliveriyor. Oysa siyasi rejimin doğasına dair çok kritik bir meselemiz var ve mevcut siyasi gruplaşmalar yüzünden bu asli sorunu bir türlü konuşma fırsatını bulamıyoruz.

 

Vesayet, demokrasi, seçimlerin anlamı vs. gibi, her biri derin teorik ve felsefi çabaları gerektiren konuların şemsiye sorunu, çoğunluğun kararının meşruiyetin kaynağı olup olmadığı meselesidir.

 

Demokrasilerde düzenli genel seçimler veya referandumlar yoluyla halkın yönetime katılıp kararını bildirmesi, çıkan kararın geçerliliği için hem kesin dayanaktır, hem de meşruiyetin kaynağıdır.

 

TSK içinde, demokratik yöntemin (sandık yoluyla bir iktidar ortaya çıkmasının) meşruiyetin kaynağı olarak görülmediğine ilişkin yaygın bir eğilimin bulunduğunu hem belli aralıklarla tekrarlanan askeri darbeler, muhtıralar ve müdahalelerden, hem de muvazzaf veya emekli askerlerin siyasi konularda görüş bildirmeyi çok sevmelerinden çıkarabiliyoruz. Askerlerin bu temayülüne bağlı olarak bazı laik çevrelerin, sandıktan çıkan iktidar eğer seçmen çoğunluğunun kültürel hassasiyetlerine uygun bir kimlik taşıyorsa bu sonucu hemen siyasi meşruiyet tartışmasına dönüştürmeye çalışması da yine halkın çoğunluğunun kararının meşruiyetin kaynağı olarak görülmediği anlamını taşıyor.

 

Buna karşılık, halkın çoğunluğunun kültürel, dinî ve geleneksel değerlerini önemseyen (veya benimseyen) iktidarların da çoğunluğun tercih ve kararlarını geçersizleştiren askeri darbeleri, muhtıraları, ordu veya yargı vesayetini meşruiyet tartışması kapsamında ele aldığını görebiliyoruz.

 

Avrupa kültür ortamında gelişen bir çözüm yolu olarak demokrasinin, farklı siyasi tarih ve idari tecrübeye sahip kültürümüze nüfuz edememesinin başlıca nedeni işte bu meşruiyet meselesi olsa gerektir. Çünkü Avrupa’da demokrasilerin meşruiyet sorunu içinde mesela din bir kriz sebebi değilken Türkiye’de bazı askerler ve CHP’nin temsil ettiği siyasi azınlık bakımından din, (irtica adı altında) birincil kriz alanıdır. Hatta pozitivist-ateist kimi laikler, Türkiye’de İslam kontrol altına alınmadıkça (yahut mümkünse bu dinden kurtulmadıkça!) özgürleşemeyeceğimizi ve dolayısıyla da laikliği ve demokrasiyi kuramayacağımızı iddia bile edebiliyorlar. Halbuki Avrupa siyasi tarihinin ürünü olan demokrasi, tam aksine, din içindeki özgürlük hareketinin sonuçlarından biriydi ve mesela Amerika’ya kaçan göçmenler, orada kurdukları demokratik rejiminin temeline din özgürlüğünü koydular.

 

Müslümanların tarihinde yaşanan çok farklı tecrübede ise din, özgürlüğün güvenli mecrasıdır ve “meşruiyet” kavramının anlamı, sözkonusu özgürlük mecrasında kişinin kendini özgürce gerçekleştirmesi için emniyet tedbirlerini almanın kavramsal ve kamusal karşılığını ifade eder. Herhangi yönetim, buna aykırı davrandığında “gayri meşru” olur.

 

Şu halde bir siyasi rejim, özgürce kararını vermiş olan vatandaşlar arasından çoğunluğun tercihi yürürlüğe konduğu takdirde meşrudur, değilse gayri meşrudur.

 

Türkiye’de çoğunluğun kararının (ister askeri müdahale ile olsun, ister yargı yoluyla veya başka baskılarla olsun) tanınmadığı durumlar bu sebeple gayri meşrudur ve ülkenin siyasi rejimi, çoğunluğun kararının yürürlüğe gireceği güne dek meşruiyet kazanmış olmayacaktır.

 

625’teki Uhud savaşı öncesinde, Hz. Peygamber Medine’de kalıp savunma yapmayı önerdiyse de çoğunluğun Medine dışına çıkıp müşriklerle savaşmak istemesi üzerine çoğunluğun kararıyla Uhud’da savaşma kararı alındı. Bu karşılaşmada Müslümanlar umutları tüketecek boyutta sarsıcı bir yenilgi aldı. Hz. Peygamber bu sonucu önceden tahmin edip ikazını yapmış olmasına rağmen çoğunluğun kararına uymayı tartışmasız gerekli saymıştı.

 

Peygamber bile çoğunluğun kararına uymayı meşru, ona karşı hareket etmeyi gayri meşru görebilmişken nasıl olup da İslam siyasi düşüncesinde bu yöntemin keyfe keder bir istişare usülü haline getirildiğini ve kurumsallaşamadığını galiba Emevi saltanatının din mühendisliğinde aramak gerekir. Bu tarihsel süreklilik Emevilerden Osmanlılara geçtiği için de Türkiye, demokrasi ve meşruiyet tartışmasını ne yazık ki kendi kültürüne ve tarihsel tecrübesine tümden yabancı Avrupa siyasi tecrübenin düşünce, imkan ve araçlarıyla yapmak zorunda kalıyor.

 

Belki eğitim programlarını yeni bir anlayışla tanzim etmedikçe ve harbiyelerde subay yetiştirirken bize ait, yerli ve milli bir eğitim müfredatı uygulamadıkça demokrasi ve meşruiyet tartışmasını doğru yerinden tutmak mümkün olamayacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar