Recep KOÇAK
M. Es’ad Coşan Hocaefendi’den 28 Şubatçılara Tokat Gibi
Merhum Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın vefatı üzerine kaleme aldığım yazımda merhum Prof. Dr. Mahmut Es’ad Coşan Hocaefendi’nin 28 Şubat sürecinde İslam Mecmuası’nda yayınlanan başyazılarında çok etkileyici bir üslupla ve sert bir dille sürecin aktörlerini uyardığından söz etmiştim.
28 Şubat sürecinde halkın bağrından doğmuş hizmet müesseselerine ağır baskılar yapıldı. Radyolar cephesindeki ilk baskılar AKRA FM’e geldi. Zira AKRA çok yaygın ve etkiliydi; en önde koşuyordu.
28 Şubat mağdurlarından biri de benim. AKRA FM’deki Mercek isimli programda sadece okuduğum, üzerine bir cümlelik bile yorum yapmadığım köşe yazıları sebebiyle RTÜK’ten kapatma cezaları, mahkemelerden ise davalar geldi.
Ben 12 Kasım 1999 tarihinde AKRA’dan ayrıldıktan sonra merhum M. Es’ad Coşan ve merhum Mehmet Zahit Kotku Hocaefendilerin sohbetleri sebebiyle de RTÜK’ten kapatma cezaları devam etti.
Kurt kuzuyu yemeye kararlıydı bir kere. Kuzunun, suyun ne tarafında durduğunun bir önemi yoktu; “Suyumu bulandırıyorsun” diyor saldırıyordu. Kurt, AKRA’yı yiyemedi ama yaraladı o dönem.
Ayakkabılarını çıkarmadan Kur’an kurslarına baskın yapan görevliler de o gün için can sıkmışlar, sinir bozmuşlardı.
“1000 yıl sürecek” dedikleri 28 Şubat’tan geriye sadece acı, gözyaşı, hüzün ve zulüm hatıraları kaldı. Bir de, “Zulm ile âbâd olanın ahiri berbâd olur” sözünü hatırlatması kaldı.
Şimdi birlikte merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendi’nin, 28 Şubat’ın aktörlerinin vücut kimyasını bozan üç yazısını hatırlayalım.
(…)
“Türkiye’den çok uzaklarda, fakat yine de dostlar ve kardeşler arasındayım, çok tatlı ve mutlu günler yaşıyorum; çok sevindirici ve ümit verici gelişmeler oluyor; inşaallah bu gurbet çalışmalarının olumlu sonuçları kısa zamanda görülmeye başlanacak!
İslâm bir “bütün”, onun bazı yönlerini alıp, bazı yönlerini ihmal etmek olmaz; şeriatın ahkâmı da bir “bütün”, bazısını uygulayıp bazısını rafa kaldırmak, yasakları çiğneyip emirleri tutmamak çok günah, çok büyük vebal, çok çirkin, çok vahim bir durum! Onun için İslâm’ı tam yaşamaya, şeriatın emirlerini tam uygulamaya çalışmalıyız. Din hürriyeti tam olmalı; laik bir ülkede de müslüman bir ülkede de dine, dindara baskı zulümdür, diktatörlüktür, çağ dışılıktır, uygarlıksızlıktır, barbarlıktır, cahilliktir, insafsızlıktır, vicdansızlıktır; çok ayıptır, çok günahtır, çok gafilce bir tutumdur.
Amerika din ve inanç bakımından çok özgür bir ülke; Avrupa, tarihte bir ara çok korkunç iç savaşlar yaşadı, mutaassıp dindar ve kindar insanların güdümünde... Avrupalılar İspanya’da müslümanları katlettiler, Endülüs medeniyetini yıktılar; kendi içlerinde gelişen farklı inanç mensuplarını diri diri yaktılar, işkencelerle öldürdüler, Amerika’ya göçe mecbur ettiler. Bu acı ve fecî tecrübeler, laikliği geliştirdi, inanç ve fikir özgürlüğünü kabule götürdü Batı toplumlarını... Şimdi bizim aynı acı tecrübeleri tekrar yaşamamamız lâzım. Medenî gelişmeleri tümüyle inkâr etmek, hak ve özgürlükleri tekrar kısıtlamaya çalışmak, toplumları tekrar çatışmaya, savaşmaya iter, zaman kaybına uğratır, gelişmeyi aksatır, hiç kimseye fayda sağlamaz –düşmanlardan başka–.
Gezilerimde Batı’yı yakından izliyorum, bu adamlar son derece dindar, son derece milliyetçi, son derece ülkücü. Kilise, siyasetin tam içinde, zengin ve güçlü, topluma sahip ve yönetime hâkim; bankaları, çok uluslu şirketleri, partileri, milletvekilleri, bakanları, devlet başkanları, elçileri, üniversiteleri, ilim adamları, radyoları, televizyonları, gazeteleri, dergileri, kurumları, dernekleri, hastahaneleri, misyoner teşkilatları, kadroları... hâsılı her şeyleri var, harıl harıl çalışıyorlar; müslümanları, Çinliler’i, Japonlar’ı, Koreliler’i, Afrikalılar’ı, yerlileri, zencileri, yamyamları, Aborijinler’i, Eskimolar’ı... hıristiyanlaştırmaya uğraşıyorlar.
Almanya, hıristiyan birliği kurma yolunda, papalıkla el ele, çevre devletleri bir bir yutarak siyasî, dinî, medenî, içtimaî, ilmî, terbiyevi, ticarî, askerî gücünü geliştiriyor. Avrupa’nın göbeğinde müslüman toplum istemediklerinden Boşnaklar’ı Sırplara kırdırdılar; Türkler’i sevmiyor ve Müslümanlık’tan korkuyorlar, ha bire aleyhimize fitne ve fesat üretiyorlar, Yunanlı’yı kışkırtıp, Ermeni’yi destekliyor, Kürt kardeşlerimizle bizi uğraştırıp, ülkenin gelişmesini sekteye uğratıyorlar, fırsat bulurlarsa orman yakıyor, fabrikalarımıza sabotaj yaptırıyorlar; tarihimize, dinimize, medeniyetimize, siyasetimize, toplumumuza, sanayimize, savunmamıza, maliyemize, kalkınmamıza, silahlanmamıza suikastler düzenliyorlar.
Onlar böyle yıkıcı, düşman, kindar, haçlı zihniyetiyle aleyhimize uğraşır durur, bize darbe üzerine darbe vururken bir de içten çelmelemek, biz müslümanların elini kolunu bağlamak mertliğe, milliyetçiliğe, yurtseverliğe, akla, vicdana, insafa, imana, uygarlığa sığmaz ve uymaz. Bu hainliktir, zalimliktir, kalleşliktir, düşmanlıktır, casusluktur, tarih önünde büyük suçtur, Allah indinde büyük vebal ve sorumluluktur.
Bırakın elimizi, kolumuzu kendimizi rahatça savunalım; yurdumuzu, tarihimizi, medeniyetimizi, mefâhirimizi, birlik ve beraberliğimizi, millî menfaatlerimizi serbestçe koruyalım; ülkeyi parçalanmaktan, bölünmekten kurtaralım. Zaten düşmanla dünya çapında uğraşır dururken, bir de siz başımıza bela, ayağımıza bağ ve engel olmayın.
Selanik’teki taşlanma, size hâlâ gavurdan dost, domuzdan post olamayacağını göstermedi mi? A cahil ve gafiller!”
(İslam Mecmuası, Kasım 1997)
…
“Tarihi dikkatle izleyen, Avrupa ve Amerika ülkelerini gezen ve onların içyapılarını iyi tanıyan bir kimse Batılıların, toplumsal kuruluşlara ne kadar değer verdiklerini çok iyi bilir.
Toplumsal kuruluşlardan öncelikle, çeşitli bilimsel araştırma kurumlarını, uluslar arası yardım teşkilatlarını, kilise örgütlerini, vakıfları, dernekleri... kastediyorum. Bunlar onlara savaşlar, ordular ve fabrikalar kadar maddî faydalar sağlamış; ülkeler fethetmelerini, trilyonlar kazanmalarını, dünyaya sahip ve hâkim olmalarını, milletleri avuçları içinde eritmelerini, sömürüp yönetmelerini kolaylaştırmıştır.
Hür bir ülkeye önce bu kuruluşlar gelir, çalışır, bilgi toplar, taraftar kazanır, örgütlenmeyi sağlar, reklam ve propagandayı yapar; sonra ordular, siyasetçiler saldırır, işi bitirir, orayı istila eder, resmen sömürge haline getirir. Kuzey ve Güney Amerika, Afrika, Güney Doğu Asya, Avustralya, Okyanus Adaları hep böyle ele geçirilmiştir; İslâm ülkeleri hep böyle yıkılmış veya zayıflatılmıştır. Bugün dahi Orta Asya Türki Cumhuriyetleri’nde, Kafkasya’da, Balkanlar’da, Türkiye’de, Kuzey Irak’ta bu cins kuruluşlar kaynaşmakta, çalışmakta, cirit atmakta, fesat çıkarmakta, siyasilere ön hazırlık yapmaktadırlar.
Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’inde biz mü’minlere, din için fedakârca çalışmamızı, mal ve can vermemizi, uğrunda cihat etmemizi ferman buyuruyor; müslümanlarla savaşan kâfirlere karşı, kuvvetler, silahlar, araçlar temin eylememizi emrediyor... Tamam! İmanlı ordular lazım, çağdaş silahlar lazım, üstün araçlar lazım. Ama düşman, sinsi çalışmalarla, müslümanları birbirine düşürüyor, devlet yöneticilerini rüşvetle satın alıyor, yoğun ve baskın propaganda ile milleti şaşırtıyor, aydınları bozuk ve yıkıcı ideolojilerle sapıtıyor, askeri, milletini kırmakta kullanabiliyor, gençleri tuzaklara düşürüp bozuyor, uyuşturucu ile sağlıklarını berbat ediyor, iyi insanları kötü ve vatan haini gibi gösterebiliyor, bütçeyi sömürüp, toplumun dayanaklarını kemirip yok ediyor...
Bu tür çalışmalara karşı ne yapmamız lazım?
Çok basit! Bizim de toplumsal kuruluşlara güç ve destek vermemiz lazım... Devlet olarak, millet olarak, fert olarak...
Devlet, müslüman milleti düşman görmemeli, onun inancına, ibadetine, çarşafına, tesettürüne, ticaretine, zikrine, tesbihine, sakalına, sarığına, misvağına, şalvarına, örfüne, âdetine, zevkine, tercihine, tarikatine, tekkesine, tasavvufuna, derneğine, vakfına, kursuna, mektebine saldıranlara fırsat vermemeli; göz açtırmamalı, toplumsal barışı bozdurmamalı, ‘devrim’ diye ‘devirim’ ve ‘kıyım’ yapmamalı, laiklik adına din ve vicdan hürriyetini yok etmemeli, ilericilik adına bölücülük ve barbarlık, gaddarlık ve hunharlık edenlerin artık farkına varmalı, gözünü açıp, milli menfaatlerini iyi korumalı ve kollamalıdır.
Millet, kendisini seven; tarihine, köklerine, ülkülerine sadık, hizmete âşık, vefakâr ve fedakâr evlatlarının her türlü olumlu, güzel, mükemmel çalışmasını desteklemeli, bu tür çalışan vakıf ve derneklere üye olmalı, güç kazandırmalı, maddî, mânevî kaynak sağlamalıdır; fitneci ve fesatçı, yalancı ve aldatıcı, hilekâr ve sahtekâr kişi ve kuruluşlara hiç yüz vermemelidir.
Fertler de bu dünyanın fâni olduğunu, imtihan yeri olduğunu, asıl amacın Allah’a güzel kulluk edip, O’nun rızasını kazanmak olduğunu; bir saniyenin bile gafletle geçirilmemesi, daima ibadet ve taat üzere bulunulması gerektiğini; ölümün ne yapılırsa yapılsın, mutlaka geleceğini ve insanların âhirette bu dünyadaki hayatlarının, kazançlarının, amellerinin ve ihmallerinin hesabını vereceklerini... hiç unutmamalıdırlar.”
(Kadın ve Aile Dergisi, Kasım 1997)
…
“İslâm’da önemli olan hiç şüphe yok ki âhiret selamet ve saadetidir. Onun için bir müslüman, dünyada, gerekirse malını, gerekirse canını fî sebîlillâh, yani Allah rızası için feda eyler; imanı icabı, mihnet ve meşakkate kendiliğinden razı olur, huzur ve rahatı bile bile terk eder. Zorlu, tehlikeli görevlere seve seve atılır; isteyerek gazi olur, şehit olur; korkmaz, sakınmaz, çekinmez, yılmaz... Böylece bu yolda ölse, geride kalanlar ona özenir, imrenir; “Keşke ben de onun gibi olabilsem, o mertebeye erebilsem!” derler...
Müslüman için dünya malı, mülkü, serveti, izzeti, devleti önemli değildir; fakirlikten korkmaz, kazanırsa helal yollardan, temiz kazanç kazanır; harcarsa hayra, hasenâta harcar; kimseden de alkış, teşekkür, minnettarlık beklemez; sevabını, ecrini Allah’tan ister; mahzun, boynu bükük, kalbi kırık yaşar; kaderin cilvelerine, dünya hayatının imtihanlarına sabreder, her zaman haline şükreder, Rabbini aşk u şevk ile zikreder.
İslâm’ın takva ve ihlas yolu, tasavvuftur; tasavvufun toplumda yaşanması ve uygulanması ise tarikattir. Tarikatler ilim, ibadet, irfan, îmân-ı kâmil, edep, ahlâk, cemal, kemal, hüsn-i hâl, ihlas, samimiyet, insaniyet, nezaket, zarafet, gayret, himmet, hizmet... mektepleridir; ham insanları eğitmiş; terbiyeli, arif, zarif, edip, nezih, temiz, sevimli, değerli, erdemli insanlar haline getirmiştir. Tarihimizde, medeniyetimizde, sanatımızda, örf ü âdetlerimizde, zafer, galibiyet ve muvaffakiyetimizde, askerlik ve siyasetimizde, tarikatlerin çok büyük emekleri, tesirleri, etkileri, katkıları olmuştur.
Hiçbir kimse, Yunusumuzun, Mevlânâmızın, Hacı Bektâş-ı Velîmizin, Aziz Mahmûd-ı Hüdâîmizin, Süleyman Çelebimizin, Emir Sultanımızın, Eşrefoğlu Rûmîmizin, Abdülehad-i Nûrîmizin, İbrahim Hakkî-i Erzurûmîmizin, İsmail Hakkî-i Bursevîmizin... kadr ü kıymetini, uluvv-ı himmetini, muazzam irfan hizmetini inkâr edemez; onların yollarını kötüleyemez, yüce şahsiyetlerini karalayamaz, halkı onları sevmek ve saymaktan, onlara bağlanmaktan alıkoyamaz, engelleyemez, çeviremez, döndüremez... Çünkü sular tersine akmaz, güneş balçıkla sıvanmaz, köpeğin hırlaması kervanı yoldan döndürmez, kurbağanın vakvakası suyun kıymetini düşürmez.
İnanca metazori baskı fayda vermez, geri teper. Allah da (celle celâlüh) evliyâsına eza verenlere harp açar; mü’minleri korur, mazlumlara yardımcı olur; zalimi er geç bir gün tepeler, pişman ve perişan eder. İnanca baskı, saldırı ve tecavüz; medenî milletlerde suçtur; anayasayı ve kanunları ihlaldir, cezayı gerektirir. Hiçbir kimsenin böyle bir suça kalkışması mazur olmaz; hiçbir mazeret, böyle bir ‘çağ dışı’lığı meşru kılmaz. Herkes ayağını denk almalı, hizaya gelmeli, haddini bilmeli, edebini takınmalı; Hakk’ın ve halkın hışmından, gazabından, azabından, ikabından, cezasından çekinmeli ve sakınmalıdır.
Birçok dost ülke ve ülkemiz istiklalini, İslâm’a, müslümanlara, şehitlere, gazilere borçludur. Birileri, o kara günlerin vefakâr, cefakâr, fedakâr kahramanlarını, şimdi unutmuş görünüyorsa ve onların temiz ve aziz dinlerine düşman gözüyle bakıyorsa bu, insafa, adalete, hakkaniyete, akla, mantığa, vefaya, kadirşinaslığa, insanlığa, yurtseverliğe, çağdaşlığa, uygarlığa sığan, yakışan, yaraşan bir durum değildir; çok elimdir, çok vahimdir, çok sakimdir, çok büyük bir gaflet ve dalalet ve hatta hıyanettir.
İslâm ve tasavvuf, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman, hiçbir sebep ve bahane ile dışlanamaz, horlanamaz, yasaklanamaz. Böylece bir ters tutum; akıl, iman ve vicdan sahibi herkesi kırar ve üzer. Buna müslüman veya gayrimüslim, her medenî insanın karşı çıkması vicdan, insanlık ve medeniyet borcudur. Diğer ülkelerde yöneticiler, aydınlar, halk; herkes, ülkesini ilerletmeye, güçlendirmeye; kendi insanını mutlu, huzurlu, rahat ve müreffeh kılmaya var gücü ile çalışıyor. Gezdiğim ileri ve uygar ülkelerde bakıyorum, müslümanlar bile çok rahat, çok serbest; dinlerinin inançlarının, tarikatlerinin icaplarını rahatlıkla yapabiliyor, o ülkelerin yönetimlerinden sevgi, ilgi, destek ve yardım görüyor; isteyen hanımlar, kızlar başörtüsü ve dinî kıyafetleri ile okullara, fakültelere, iş yerlerine gidebiliyor; liselerde, fakültelerde, dükkân ve çarşılarda, fabrikalarda cami ve mescit açabiliyor; namaz, oruç, hac, sarık, cübbe, çarşaf, şalvar, sakal... engellenmiyor; dernek, tekke kurmak, tekke açmak siyasî ve dinî çalışmalar yapmak; radyo, televizyon, dergi, gazete, kitap, broşür yayını yapmak kısıtlanmıyor.
O halde Türkiye’de, din, tasavvuf, tarikat, zikir, inanç ve ibadet düşmanlığı; başörtüsü zulmü, kurban derisi rezaleti, müslümana siyaset kısıtlaması, dinî hizmet ve faaliyet engellemesi, dinî eğitim müessesesi düşmanlığı... hiç mi hiç olmamalı; çünkü Türkiye’nin % 99’u müslüman... Hatta farz edelim ki müslümanlar azınlıkta olsun; bu halde bile laikliğin icabı dinî faaliyetlerin hür olmasıdır, engellenmemesidir.
Lütfen, çağ dışı düşmanlıklar ve kanunsuz, insafsız uygulamalar ile müslümanlar mağdur ve halkımız rencide edilmesin; milli haysiyet ve itibarımıza da dışta gölge düşürülmesin. Çünkü dostlar kan ağlıyor, düşman gülüyor, çok ayıp ve çok yazık oluyor...”
(Kadın ve Aile Dergisi, Mayıs-Haziran 1998)
Kaynak:
http://www.iskenderpasa.com/makaleler.aspx
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.