xxxxx
Kumarda hile
Eski Mardin müftülerinden Halil Şenk alim, hazırcevap ve esprili bir zattı. Bir gün sağanak yağmurda koşuştururken, yolunu aylaklığıyla meşhur biri çevirir ve "Hocam, bir sorum var" der.
Müftü Efendi "Evladım, sonra gel, görüyorsun sen de ben de yolunmuş horoza dönmüşüz" deyip başından savmak ister. O "Hocam, kurban olayım işe çıkacağım, fetva almam lazım" diye üsteler. Müftü Efendi hiddetle "Bildiğim kadarıyla senin işin gücün yok." Bizimki atılır: "Doğru ama bu arada kumar oynuyorum, hile yapsam caiz mi?" Canı burnunda olan Müftü Efendi, yağmuru unutur, kahkahayı patlatır: "Seninki şu misal: Fare tuvalete düşmüş, necis mi değil mi, soruyorsun."
Modern fakih de çoğu zaman, kumarda hilenin cevazına dair sorularla karşılaşır. Eğer olayların teşekkül ettiği belirleyici ortam -toplumsal olay ve sorunların asli vasatı- olduğu bilincinde ise mesele yok, değilse hilenin şekli, taktikleri üzerinde durmadan kafa yorar ve yanlış sorulmuş sorulara sonsuza kadar yanlış fetvalar verir.
Toplumsal olay ve sorunların vücut bulduğu vasatın -sosyo ekonomik ve politik sistemin- ürettiği sorunlara İslamî çözümler üretmek ne kadar doğrudur? 1960'larda rahmetli Seyyid Kutup bunun beyhude bir çaba olduğunu söylemişti. Prensipte Kutup haklıydı, ama yine de dinini ciddiye alan Müslümanlar, İslamî çerçevede kurulmamış bir sistem içinde Müslümanca yaşamak isterler. Burada İslamiyet'i iyi bilen ve sahiden "peygamberlerin vârisleri" olmaya aday alimlere görevler düşer.
Bir Müslüman'ın yegane amacı Allah'ın iradesine teslim olarak yaşayıp ömrünü böyle tamamlamak ve ebedi kurtuluşa ermektir. Ancak biz diğer din müntesiplerinden farklı olarak soyut anlamıyla "Allah'ın iradesinin ne olduğunu, nerede ve nasıl tecelli ettiğini" bilmiyoruz, bizim için Allah'ın iradesine teslim olmanın güvenilir yolu, O'nun indirdiği hükümlere göre yaşamak, yani emirlerini yerine getirmek, nehylerinden sakınmaktır. Doğru yaşamayı Kur'an, Sünnet ve ehliyet sahibi alimlerden öğreniyoruz.
Fakihe düşen görev, bütün gücünü harcayarak hitapta ilahi muradı, hükümlerde maksadı bulup çıkarması, bunu yaparken de meşru bir usul takip etmesidir. İslamî gelenek böyle kurulmuştur. Ama bundan önceki iki yazıda da işaret etmeye çalıştığım gibi, Abbasilerin orta zamanlarına kadarki "tahkike dayalı sahih gelenek" ile bu dönemden sonraki "taklide dayalı gelenek" arasında fark var. İlkinde fıkıh "ma'rifet ve hikmet"ten geniş ölçüde beslenirken, ikinci dönemde bu özelliğini kaybetti. Bu, geleneğin bugüne intikal eden eksiği ve sorunudur. Bugünün fakihinin yapması gereken ilk iş, fıkıh bilgisine (malumat) hikmet ve ma'rifet boyutunu katmak olmalıdır.
Bundan çok daha önemli olan, eğer fakih modern dünya hakkında yeterli bilgi ve entelektüel donanıma sahip değilse, "bilinç"te de sorun yaşar. Çoğu zaman "asrın idrakine göre söyletmeliyiz İslam'ı" sloganı modern zihniyeti İslamiyet'e tercüme etmektedir. Oysa bilincimizin büyük ölçüde Aydınlanma ve modernite tarafından inşa edildiğini gözden uzak tutmamalıyız. Bunun kriteri "modern dünyaya eleştirel bakıp bakmadığımız hususu"dur. Ben, "modern dünyaya bütünüyle teslim olma"yı sağlıklı bulmadığım gibi, "radikal reddi" de sağlıklı bulmuyorum. Ancak eleştirel bakılmadıkça, fakihin bilincini şekillendiren modernizm olmaktadır ki, bunun sonucu kumarda hile yollu sorulara İslamî cevaplar bulmak olur.
Bu çerçevede serbest piyasa ekonomisi, kapitalist üretim yapısı ve liberal felsefe bilinmeden iktisat, ticaret, borsa, tahvil, finans; birey projesi, hümanizm ve Aydınlanma'nın insan tanımını bilmeden insan hakları ve özgürlükler, kadının toplumsal hayata katılması; ulus devlet bilinmeden anayasa ve siyaset; Weberyen bürokrasi ve şiddet; Hobbes'un Leviathan'ı bilinmeden ceza hukuku konularında verilen fetvalar kumarda hileye çözümler aramak hükmünde olur. Doğru bir usul takip etsek bile, fıkıh bilgisine bize ait "bilgelik ve bilinç" katmadığımız sürece bir bakmışsınız, Çin efsanesinde olduğu gibi ejderhayı öldürmeye giderken biz ejderha kesilmişiz.