Prof. Dr. Recep Dikici

Prof. Dr. Recep Dikici

KONYALI ŞEYH EBÜ’L-VEFÂ

İsmi, Mustafa bin Ahmed’dir. Lakabı Muslihuddîn olup, Şeyh Vefâ ismiyle tanınmıştır, İbn-i Vefâ ve Ebü’l-Vefâ da denmiştir. Konya’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir.

Vefâ hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş büyük âlim ve evliyâ idi. İlk tahsilini yaptıktan sonra, Edirne’de Debbâglar Câmii İmâmı Şeyh Muslihuddîn’e talebe oldu. Bir müddet bu hocasından ilim öğrenip feyz aldı. Sonra bu hocasının tavsiyesi üzerine Abdüllatîf-i Kudsî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Hem din ilimlerinde, hem de fen ilimlerinde mütehassıs olarak yetişti. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yetişip yükseldi.

Şeyh Vefâ hazretleri, bir ara hacca da gitmişti. Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda Hristiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esîr edildi. Rodos adasına götürülüp hapsedildi. Zamanının gözüpek kahramanlarından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından, esîr alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu. İstanbul’a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan “Vefâ” semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı: İnsanlara doğru yolu göstermek, dinimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgûl oldu.

Şeyh Vefâ’nın sözleri gayet beliğ ve açık olup, dinliyenlerin kolaylıkla anlıyabileceği şekilde idi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç taviz vermezdi. Bu husûsta titiz ve celalli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamanının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerlerdi.

Bir defasında, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki damla gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; “Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü” dediler. Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebep olacak. Şimdi anladınız mı? Sultânı niçin kabûl etmiyorum?” demiştir.

Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî (1481-1512) de, onu çok severdi. İlminin, yaşayışının hayranı idi. Vefât ettiği zaman cenâze namazında bulundu. Hattâ o esnada, kefenini açıp, yüzüne bakarak, eskiden beri olan hasret ateşini bir parça gidermek istedi. Bir rivâyete göre de, kefenini açıp baktıklarında, Ebü’l-Vefâ yüzünü sağ eliyle kapatmıştır.

Sultan İkinci Bâyezîd, kızını emirlerinden biriyle evlendirirken, nikâhı teberrüken Vefâ hazretlerinin yapmasını ve onun huzûrunda olmasını istedi. Vefâ hazretlerine hediye olarak kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Fakat Vefâ hazretleri kabûl etmedi ve: “Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu parayı ona verirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın” buyurdu. Bunun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.

Bir bahar günü, Vefâ hazretlerine; mevsim güzel, hava çok hoş. Allah’ın rahmet eserlerini görmeniz için dışarı çıkmanızı istirhâm ederiz dediklerinde; “Bugün müsâade edin. Akşam, her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim olsun” buyurdu.

Şeyh Vefâ’ya, şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi dediklerinde: “Abdest ibriğini taşımak, ondan zordur” buyurdu. Bu ne doğru ve ne güzel bir cevaptır. Çünkü, ağır taşı kaldırma ve ağır yük taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse muhalefet vardır. Bunun için nefse daha zor ve daha ağır gelir.

Şeyh Vefâ hazretleri, 896 (m.1490) yılı Ramazan ayında Pazartesi günü vefât etti. İstanbul’un Vefâ semtinde kendi adıyla anılan câminin sol tarafında defnedildi. Sonradan kabirleri üzerine, yeşil kubbeli bir türbe yapıldı. Türbeyi Sultan İkinci Bâyezîd Hân yaptırdı. Bu zatın kabri, müslümanların ziyâret yeridir. Türbelerinin, duâ ve niyaz edilen penceresinde şu beyit okunmaktadır:

“Muktedây’ı ehl-i ma’nâ, Müslihuddîn Ebü’l-Vefâ,
A’yüri-i uşşâka hâk-i merkadidir Tûtiyâ.”

Manâsı:

“Muslihuddîn Ebü’l-Vefâ, ma’nâ ehlinin, evliyânın uyduğu kimsedir. Mezarının toprağı, âşıkların gözlerine sürmedir.”

Ebü’l-Vefâ hazretlerinin meşhûr “Tecrîd” kitabına, Hoca Sadeddîn Efendi, geniş bir açıklama yaptığını “Tâcü’t-tevârih” adlı eserinde bildirmektedir. Astronomi ve Astroloji ilimlerine de vâkıf idi.

Vefâ hazretleri adına Konya’da bir câmi, İstanbul’da ise; câmi, medrese, hamam, halvethâne ve türbe inşâ edilmiştir.

Şeyh Vefâ hazretlerinin eserleri şunlardır:

1.Makâm-ı Sülûk: Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe ve üç yüz doksan altı beyitlik manzûm bir eserdir. Tasavvufî, ahlâkî mevzûları şiir yoluyla anlatmıştır. Bu eseri, edebiyat ve şiir bakımından da kıymetlidir.

2. Şâz-ı irfan: 34 yapraklık bu eser, İstanbul Üniversitesi, Nadir Eserler Bölümü, 800405’de katıtlıdır. Türkçe ve manzûm bir eserdir.

3. Evrâd-ı Vefâ: Beş yüz elli altı sahife civarında olup, nesir bir eserdir.

4. Rûznâme-i Vefâ: 8 yapraklık bu eseri, İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi, Nadir Eserler Bölümü, 800819 ve İstanbul Atıf Efendi Kütüphânesi, 2795/1’de bulunmaktadır. Deftardar Ali Çelebi tarafından “Miftâh-ı rûznâme” (Millî Kütüphâne, no: 7747, 10 varak) adıyla şerh edilmiştir. Bunlardan başka eserleri de olduğu kaydedilmiştir.

5. Gurernâme: Astronomiye dâir 10 yapraklık bu eser, Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Kütüphânesi, C0012322’de kayıtlıdır.

Bu arada Terceme-i vasaya-yi Şeyh Ebü'l-Vefâ adlı eser de hatırlatılmalıdır (Mütercim : Safayî, Millî Kütüphâne, Mf1994 A 585).

Şeyh Vefâ hazretlerinin bir şiiri şöyledir:

“Evvel tevhîdi zikret, Sonra cürmünü fikret.
Var yoluna doğru git, Derviş olayım dersen.

Bir zât-ı kâmil ara, Gezme tozma avara.
Tamam sıra bu sıra, Derviş olayım dersen.

Gaflet ile çalışma, Çok gezmeye alışma.
Kem sözlere karışma, Derviş olayım dersen.

Rü’yâna yalan katma, Elden söz alıp satma.
Cellad önüne yatma, Derviş olayım dersen.

Her sözde inâd etme, Her mezbelede bitme.
Sapa yollardan gitme, Derviş olayım dersen.

Dostunda kusur görme, Ak yüze kara sürme.
Başına çorap örme, Derviş olayım dersen.

Hayrın bir ise binle, Vakt-i seherde inle.
Pend-i Vefâ’yı dinle, Derviş olayım dersen.

Bir başka şiiri de şöyledir:

“Bâl-ü-berden geçmişim bir dâneyim,
Yâneyim, ey şem-i rûşen yâneyim;
Düşmişem ışkın odına tâ ezel,

Kendi düşen ağlamaz, vardır mesel.
Tâ ebed yanmak bana oldı mahal,
Yâneyim, ey şem-i rûşen yâneyim.

Cümle uşşâka Vefâ matluptur,
Ehl-i aşk içre safâyı hûbdur.
Çünki yanmak âdeti mahbûbdur;
Yâneyim, ey şem-i rûşen yâneyim.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.