xxx431
KADIN İSLAMCILIĞI
Memduh Şevket Esendal, “İki Kadın” hikâyesinde, Behin isminde bir kadından bahseder. Behin, bir mühendise varmak ister ve aday ortaya çıkınca da “anasının babasının boynuna asılıp kalmaktan korktuğu ve karşısına da başka bir kısmet- talip gelmediği için” evleniverir. Anası, evlendirecek iki kızı daha olduğundan Behin’e: “Mühendis istiyordun, işte mühendis. Eli de ekmek tutuyor. Avrupa’da da okumuş, hadi var” deyiverince kızcağız bu çirkin adama varmaktan başka yol bulamamıştır.
Ancak zaman içinde kadıncağız bu evlilikten şikâyet etmeye başlar ve kocasına soğuk durduğu aşikâr ortaya çıkar. Anası kızını anlamamaktadır; “Kocanın güzeli çirkini olur mu? Erkekte güzellik aranır mı?” diyerek kızının bir yanlış yapmasına engel olmaya çalışır. Behin bilir ki annesi “eğer kızını dinlerse ben yüz bulacağım ve kocamdan ayrılmak isteyeceğim. O da bunu istemiyor”.
Behin, kocası Kadri’nin para işleri döndürdüğünden (iltimas- rüşvet), kumar oynadığından, ayyaşlığa vurduğundan şikâyetçidir. Ayrıca kocasının evde olan parasının kapalı olduğu kasanın anahtarlarını da yıkanırken banyoya götürdüğünü, kendisinin de bu evde bir eş değil kâhyaya döndüğünü söylemektedir. Anası ise, “kadın ol da kocanı eline al” demektedir. Damadının kızına aldığı yüzük, küpe, iğne her ne varsa devamını beklemektedir. Behin ise böyle bir kadın olmak istememektedir.
Nihayet kadıncağız nasıl bir mühendis aradığını teyzesi kızına bir duygu selinde anlatıverir: “Ben bir mühendisin, canlı bir adamın karısı olmak istedim. Yüzü güneşte yanmış olsun. Eve yorgun argın gelsin, bir iş yaptığına inansın. Yemek istesin. Yaramaz çocuklar gibi gürültü etsin. Evde bir iş odası olsun, orada resim çizerken ıslık çalsın. Ayağına iri kunduralar giysin. Baş açık, ceketsiz sokağa çıksın. Bir işler görsün, adı duyulsun. Bu yurdu, bu yerleri, bu ağaçları, bu sokakları, bu insanları benimsesin. Sokakta giderken genç kadınların, kızların gözlerinin ona kaydığını göreyim. Bir utanması olsun, yüreği temiz adam olsun. Benden çok da işlerini düşünsün. Koca dediğin bir köle olursa onun ne tadı kalır! Boş günlerinde meşe odunlarını kesip bahçeye bir parmaklık yapsın, yaptığını da herkese beğendirsin! Benim kocam bir ayyaş, bir kumarbaz, sinsi, cılız, kurnaz geçinir bir zavallı. Adam kıtlığında bunlara da adam diyorlar. Ben buna varır mıydım?” (ESENDAL, Otlakçı, 2009: 105). Elbette beklendiği gibi bir ayrılık vuku bulur. Babasının evine döndükten bir süre sonra bir dost meclisinde gördüğü Enver Ali için teyze kızı Müeyyet’e “bu senin makinistin beni almaz mı?” diye soruverir. Behin’in talip olduğu şey gariptir; bir mühendisten ayrılıp fabrikada bir ustabaşına varmaktan bahsetmektedir. Hikâyede bu sınıfsal geçişe ailesinin itiraz ettiğine değinilir: “Benim kızımın gönlü süfli. Canım kocadan ayrıl da, sen git, bir amele parçasına var! (…) “Sınıf değiştiriyorsun. Bir inkılâptır. Cemiyet bunu istemez. Senin üstüne az yahut çok bir baskı yapar. Bu baskı dolayısıyla sen de kendini beğenmez, sevmezsin. Bahtiyarlık da kendini beğenmek ve sevmektir. Bizim cemiyet ne kadar baskı yapabilir, bu ayrı bir iş” derler. Behin ise Enver Ali’nin bir “adam” ve “koca” olarak özelliklerini öne çıkarır: “İçki tütün içmezmiş. Herkesten de kaçar, yalnız yaşarmış. (…) Eli her işe yatıyor. Yazısının güzelliği de bundan olsa gerek! Kadınlarla konuşmayı, kadınlara bakmayı bilmiyor. (…) çok temiz yürekli, işinde çok dikkatli (…) Bu adamın kızına karşı bağlılığı, belki anasından fazladır. (…) Allah’ın kırının başında oturmuş, yemeği kendi pişiriyor, dikişi kendi dikiyor; çocuğa kendi bakıyor. Sesi de çıkmıyor”. Hikâye, değerlerini önemseyen kadının mutluluğunun tasdik edilmesiyle biter. Teyze kızı Müeyyet der ki, “Yalnız bahtlı değil, akıllı kızsın. Çokları Enver Ali’y(e) varacağını aklına getirmez, sonra burada bu güzel yuvayı kuramazdı. Şehir isterdi, süs isterdi. Kolay mı, bir koluna sepeti, bir koluna kocanı takıp lahana almaya pazara gitmek!”.
Memduh Şevket Esendal, CHP Genel Sekreterliği yapmış eski bir İttihatçı. Esendal’ın hikâyesi Türkiye’nin modernleşme politikalarını üreten bir partide gelenekle barışık bir söylemin de var olduğunun kanıtı sayılabilir. Ancak asıl önemli husus, hikâyenin, Türkiye’de “Kadın İslamcılığı”nın değer üretmek noktasında geriye düşmesine dair bir işaret niteliği taşıması. Türkiye’de kadın İslamcılığı değer değil hak üretmeye geçtiğinden beri, kadınların evlenme yaşı yükselmiş ve evlilikten beklentileri de modernleşmiştir. Kadın İslamcılığı, İslamî kesimdeki çalışmaları ‘kadın hareketi’ değil, ‘kadın hareketliliği’ şeklinde tanımlıyor. Buna göre ‘kadın hareketi’ kadının çevresel sorunlarıyla ilgilenir, politik bir tavırdır. Hareketlilik ise, ihtiyaç olduğunda ortaya çıkar, reflekslere dayalıdır ve en önemlisi kendinden daha kapsamlı başka bir hareketin altında yer alır. Bu yaklaşımı kabul etsek bile kadın İslamcılığının meseleyi hikâyedeki türden bir “aile kurma” cenahından ele aldığı söylenebilecek midir? İslamcı kadınların bu söyleminin hemen aynısını Nilüfer Göle de ifade ediyor: “Burada söz konusu olan, geleneklerin uzun vadede gerçekleşecek ağır dönüşümü değil, tam tersine Müslüman aktörlerin performatif, iradi ve düşünsel eylemidir. Kolektif İslami tahayyül mikro- pratikler ölçeğinde etkili olmakta, İslami adap ve edep değerlerini radikalleştirmekte, doğaçlamayla yeni bir dinsellik ve kişisel disiplin ortaya çıkarmaktadır (…) Çağdaş İslam bu anlamda modernizme benzer benzer bir tarzda davranmaktadır, çünkü her iki akım da öznenin ve onun toplumsal habitus’unun inşasının oluşturduğu mikro- alana ulaşmaya çalışmaktadır” (GÖLE Nilüfer, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Metis, 2009: 138- 9).
Kadın İslamcılığı’nın kadın bedenini örtüsü vesilesiyle kamusala çıkarma uğraşısı ile geleneksel kültürün kadına “aile içinde bir kimlik verme” çabası arasındaki çatışma devam ediyor. İslamcı kadının gelir getiren kariyerindeki ilerleme bir “ev inşa etme” imkânını güçleştiriyor. Bu işe ancak kadın bilinci “dur” diyebilir. Hz. Hatice (ra) de fakir ve ücretle çalışan genç Muhammed (asv) ile evlenerek sınıf değiştirmişti. Bu bir inkılâp değil miydi?