Melek MAKSUDOĞLU
İnsanın Bir Kimliği Olmalı
Bu yüzyılın en korkunç hastalığı yayılmaya başlayınca, insanlar kendi inançlarına göre bu virüsü def etmeye uğraştılar. Tüm dünya evlerde karantinaya girince kimi mumlar yakıp ruhlardan medet umdu, kimi namazlardan sonra dualar okudu. İstanbul’da yakalandım ben bu sürece. Uzun yıllardır Londra’da yaşayan ben, İstanbul’da olmam gerekiyormuş demek ki. İnsanın kendi memleketinde, ailesinin dibinde olması kadar büyük bir nimet yokmuş. Üst katta oturan yaşlı komşuya kapıdan bir şeyler bırakırken ‘gel, çay içelim’ demesi üzerine, inşallah virüssüz günlerde deyince; ‘Gızım, ne korkuyorsun. Allah’ın izniyle bize hiç bir şeycikler olmayacak. Ben her sabah namazından sonra Kuran okuyorum, dualar okuyorum. Allah inanları korur, ötekiler düşünsün’ dedi. Öyle çalışmıyor işler maalesef, anlatabilsek. Gülümseyerek ayrılırken aklıma günlerce whatsapplarda dönüp dolaşan video geldi. Hani Çin’de virüs ilk çıktığı zamanlarda, Çin’in bazı şehirlerinde Cuma namazı kılan halkı gören diğer Müslüman olmayan Çinli vatandaşlarda sağa sola yönelip, namaz kılmaya başlamışlardı. Bir ümit, bir çare, bir arayış...
Bu süreçte ilginç şeyler de duymadık değil hani. Hindistan’da kutsal ad edilen ineklerin idrarlarını içmek gibi. İğrenç ve tuhaf geldi hepimize. Ama benim beklediğim bir davranıştı.
1990’ların başları, liseyi İstanbul’un sakin semtlerinden birinden bitirip Malezya’ya, Kuala Lumpur’a üniversite okumaya gittiğim gençlik yıllarımdı. Hintli ve Hindu dinine mensup vatandaşları azımsanmayacak kadar çoktur. Kuala Lumpur’un biraz dışında kalan, Hindular için kutsal bir mağara vardır. Batu Caves. Malezya’ya ilk adım attığım yıllardı, Hinduların bir festivalini görmek için arkadaşlarla gitmiştik bu mağaraya. Yılda bir kere, kendilerine özgü hac yapmaya geliyordu Malezya’da yaşayan Hindular. Batu Caves’e yani mağaranın içine ulaşabilmek için 272 merdiven çıkmak gerekiyor, 100 metre yükseklikte bir tapınak mağara. Kavadi Aattam festivalleri olduğundan yoğun bir kalabalık vardı. Kilometrelerce öteden başlıyordu. Bu festival medyada verildiği gibi renkli, müzikli ve bol danslı bir festival değildi. Yılda önemli bir kaç festivalleri var ama bu festival farklıydı, Savaş Tanrılarına sunum yapıyorlardı. Fiziksel ve ruhsal borçlarını ödeme festivaliymiş bu. O sebeple fiziksel olarak da kendilerini hırpaladıkları bir ayindi. İnançları gereği olduğundan insanların kendinden geçmiş halleri, bir transta olmaları bilmeyen bizleri ürkütüyordu. Bir dileği olması için adak adayanlar, özellikle oğlu olması için dilekte bulunan genç babaların çıplak sırtlarına kancalarla takıp çektikleri, oğlan bebeklerinin süslü arabaları dikkat çekiciydi. Bazıları yanağının bir tarafından geçirip öbür tarafından çıkarttıkları şişlerle geziyorlardı. Kimi kendini kamçılıyor, kimi sırtını bıçaklarla çizik içinde bırakıyordu. Ama hepsi kendinden geçmiş, bu dünyada değil gibiydiler. Kadınların çoğu ise başlarının üstünde ibrik ve büyük sürahilerle Hindistan cevizi sütü taşıyorlardı yukarıya. O kalabalıkta, şaşkınlık içerisinde merdivenleri tırmanmaya başladık. Çevremizdekiler sürekli Sanskrit dilinde ilahilerini söylerken, yollar sadece bu insanlar için kapatılmış olup bu insanlar kendinden geçmişcesine dans ederek, kendilerine işkence ederken ve bir de o sıcağın altında onca yol yürüyüp, o merdivenlerden çıkmaya başlayınca da sürekli dua etmeye başladım. Yok yok dua değildi. Belki de hayatımın ilk ve kalpten gelen şükürleri idi. ‘Allah’ım’ diyordum ‘sana ne kadar şükür etsem azdır, Allah’ım sana şükürler olsun beni Türk ve Müslüman yarattığın için. Allah’ım sana şükürler olsun!’
İnsanlar onca merdivenleri başarıyla çıktıktan sonra, mağaranın içerisinde bulunan değişik figürlerdeki tanrılarının önüne gelip getirdikleri yiyecekleri ve sütleri ikram ediyorlardı. Tanrılarının o ikramlardan haberleri var mıydı ama çevredeki maymunların ve sıçanların haberleri vardı. Tanrılara gelen ikramları sıçanlar ve maymunlar kapış kapış alıp giderken hiç bir Allah’ın kulu da ne sıçanları kovalıyordu, ne de benim gibi çığlık atıp kaçacak yer arıyordu. Anlaşılan fareler de kutsaldı. Gene başladım ben şükrüme; ‘Allah'ım sana şükürler olsun, beni bir Müslüman Türk ailede dünyaya getirdin!’
Daha sonraları da tekrar gittim oraları görmek isteyen başka arkadaşlarla. Sakindi elbette o festivale kıyasla ama dindarlarından başka turistler de ilgiyle ziyaret ettiği için sürekli bir yoğunluk vardı farklı tanrılarına.
Kendi kutsalı olan ineğin elbette idrarını içecekler, bizim dindarlarımızın Suudi Arabistan’a gidip kutsal addettiğimiz deve idrarı içmelerinden ne farkı var. Şifa niyetine içiyor her iki inanan da.
Ama fark etmediğimiz bir detay var. İneği kutsal gören Hintli, Sih dinine mensup insanlar doğduklarından ölene kadar bedenlerinden tek bir kılı kesmezler. Erkekleri görürüz, başları türbanla sarılı, uzun sakallı ve bıyıklı. Ama sebebini bilmeden kabulleniriz, inançları öyle, saygı duymalıyız. Kabullendirmişler kendilerini ve inançlarını dünyaya. İngiltere’de banka sektöründe mesela karar veren mekanizmaların önemli yerlerinde de yer alırlar. Biz Türkler ise tarihimizden de gelen bir rahatlık zannedersem bir husumet yaşamadığımız için kimliğimizi, inancımızı kabul ettirme uğraşına girmeyiz. Hatta bazı kendini çağdaş, modern gören, geçmişini reddederek arayış içine giren Türklerin de Hinduizm veya Budizm dinine geçtiklerine şahit oluyoruz. Barış ve hoşgörü dini olarak görüldüğü üzere düşünüldüğünden. Halbuki provake ederler Müslümanları, bir nefretleri var Müslümanlara karşı. Londra’da üniversitede dersin başlamasını beklerken Sih dinine mensup bir genç erkek öğrenciyle sohbete başladık. Benim Türk olduğumu ve Müslüman olduğumu da biliyordu. Dini hakkında hiç bir şey sormamıştım kendi kendine anlatmaya başladı. Sihizm'in kurucusu Guru Nanek’in bir gün Hindistan’da meditasyon sonrası uyuduğunu ve Kabe’nin ayaklarına geldiğini söyledi yüzümdeki tepkiye bakarak. Soğuk ve ilgisiz tepkimi gördükçe daha fazla kendi dininin kurucusunu yüceltip, İslam dininin kutsallarını bir şekilde küçümseyen ifadeler kullanmaya devam etti. Benden beklediği tepki gelmeyince, ders haricinde karşılaşmalarımızda merhabalarıma bile soğuk karşılık vermişti. Sihizm'in kurucusu Guru Nanek, Gaznelilerin, Hindistan’a hakim olmasına karşı bir protesto, bir hatırlatma olarak başlatmıştı vucutlarından hiç bir kılı kesmeme adetini. Guru Nanek’ten sonra bir nevi imamları, liderleri Guru Tegh Bahadur, İslam dinini kabul etmeyerek 1675 yılında öldürülmesi üzerine de Sih dininin beş temel prensibi olan saç ve sakal kesme yasağı getirildi. Bir diğer şart ise kesinlikle helal şeklinde kesilmiş et yememek, yani helal kesim onlar için HARAM. Diğer şartlar ise içki, uyuşturucu ve sigaranın yasak olması. Uyuşturucuyu sadece dini liderler transa geçebilmek için az miktarda kullanmalarına izin var. Evlilik dışı ilişki de yasaktır ve Hindistan Müslümanlardan, Türk öğelerinden temizlenene kadar başka imam yani GURU gelmeyecektir. Sadece 10 imamları vardır ve bu 10 imam da İslam'a karşı çok mücadele vermiştir. Hindistan’dan tüm Müslümanlar ve Türkler çıkmadan saç, sakal tıraşı yapılmayacağını, tüm Sih dinine doğan Hint çocukları bilir ama biz bilmeyiz, saygı gösterir, hayranlık duyarız. Bir kimliğimiz olmalı, Türklerden nefret edenlere hayranlık duymak acizliğinden kurtulmalı.
Bir diğer örnek ise, İstanbul'daki Patrikhanenin girişi Orta Kapısı kilitlidir. İstanbul’da 1821’de Patrik Grigoryos, Patrikhanenin orta kapısında asılmıştır. Asılma sebebi Rumları Osmanlı aleyhine isyan ettirme teşvikiydi. Orada bir Türk lideri asılmadığı sürece o kapının kilitli kalacağına ant içilmiştir. Yan kapılardan giriş yapan çocuklara da neden yolu uzatarak girdiklerini ve o kapının önemi anlatılıyor.
Biz ise saygı duymaya, hayranlık duymaya devem ederken kimliği olanlar ise çocuklarına dostunu, düşmanını öğretiyor.
Bir insanın kimliği olmalı ama özellikle bir Türk’ün kimliğine sahip çıkması, bir duruşu olması en önemli ilkedir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.