xxx52
İcazetli-dipomalı ayrımcılığı
Benim ara sıra yazılarını tenkit ve tashih ettiğim bir köşe yazarı var; adını vermem gerekmiyor, önemli olan düşüncesi ve söyledikleri; onun gibi niceleri var, birini tenkit tamamını tenkit yerine geçiyor.
Son günlerde bir yazısında, bir şarkiyatçıdan -hem Müslüman değil, hem de tabii olarak icazeti yok- ""İslâm lâik ve eşitçi bir teokrasidir" cümlesini nakletmiş, kendisinin de buna katıldığı anlaşılıyor.
Hangi mana ve mahiyette olursa olsun İslam ile "laiklik" ve teokrasiyi" bir araya getirmek hatalıdır, gerçeğe aykırıdır. İslam'ın siyasi, sosyal, hukuki düzeninde laiklik ve teokrasi ile örtüşen noktalar olabilir, ama bu, ikisinin aynı olduğu manasına gelmez ve bu konuda önemli olan "benzeyen" taraflar değil, "farklı olan" ilkeler ve hükümlerdir.
"İslâm, Peygamber devrinden bu güne kadar rehberlik (initiation) yoluyla gelmiştir. Sadece kitap okuyarak doğru ve yeterli İslâmî bilgi edinmek, İslâm'ı hakkıyla ve kemaliyle anlamak mümkün değildir" diyor.
Rehberlik, usta-çırak ilişkisinin faydalı olduğu inkar edilemez, ancak sakıncaları da vardır; rehberin ve ustanın düzelteni de vardır, bozanı da; ufuk açanı da vardır, taklid zindanına hapsedeni de…
İslam'ın anlaşılması ve yaşanması için Peygamberimiz (s.a.)'in bize bıraktığı, "Bunlara sarıldığınız sürece sapmazsınız" dediği iki kaynak Kitab ve Sünnet'tir. Bunları güzel anlayıp uyguladıkları için ailesini de (ıtresini) örnek göstermiştir (Bu konuda sahih hadis kaynaklarının "Kitap ve Sünnete bağlılık (İ'tisam)" başlığı altında birçok hadis vardır).
Peygamberimiz (s.a) hiçbir hadisinde "Kur'an'ı ve Sünnet'i okuyarak anlayamazsınız, mutlaka bunları size birileri anlatmalıdır" dememiştir. Tam aksine bu iki kaynağı -gerekli ön bilgileri elde ettikten sonra- doğrudan okumaya, üzerinde düşün-meye ve anlaşılan ile amel etmeye davet etmiştir.
Alimlerin sözleri ve kitapları da -kendilerine gelen- vahye dayanmaz, ictihad ve anlayışlarına dayanır. Bu ictihad ve anlayışlarda hem isabet, hem de hata olabilir. İctihad ve ittiba yerine taklidi benimseyen sonuncu derecedeki "alimler" isabeti olduğu kadar hatayı da taşırlar, aynen devamını sağlarlar. Bunları düzeltmek için ilmin, Kitab ve Sünnet'in icazetine ihtiyaç vardır; yanlış doğru ne varsa "kutsal bir emanet gibi" alıp veren nakilcilerin icazetine değil.
"İslâm'ı iki zümre anlatabilir. Birincisi: İcazetli ulemâdır. İkincisi: İcazetli tasavvuf erbabıdır" diyor.
Köşe yazarımız ne dini tahsil görmüş ne de icazeti var, ama böyle büyük lafları pervasızca edebiliyor.
İslam'ı hangi derecede olursa olsun her bilen anlatabilir; yeter ki, bildiği kadarını anlatsın.
Medreselerde verilen icazetler ile tarikatlarda verilen hilafetlerde üstadlar, Hz. Peygamber'e kadar sayılır; ama bunu doğru anlamak ve değerlendirmek gerekir. Eğer zincirin Hz. Peygamber'e kadar gitmesinin etkisi ve sonucu bir olsaydı her alimin Ebu Hanife, her sûfînin Şâh Nakşbend olması gerekirdi. Gözü kör, kulağı sağır olmayanlar nice icazetli cahiller, fasıklar, sapkınlar ve saptıranları görmüşlerdir.
İcazetli-diplomalı ayrımcılığı ile insanların kafalarını karıştırmanın vebali büyüktür. Eldeki kâğıtlara ve büyük iddialara değil, insanların ilimlerine, amellerine ve eserlerine bakmak gerekir.
"İyi ama herkes bakamaz" denirse bunun da çaresi işten anlayanların değerlendirmesidir. Bir topluluk içinde ehliyeti müsellem (kabul edilmiş) alimler vardır, bunların değerlendirmesi esas alınır.
Hatasız kul olmaz, ama hata vardır ecir aldırır, hata vardır mazur görülmez; bunları da ayıracak olanlar -ellerinde ister diploma olsun ister icazetname- bazı iddia ve unvan sahipleri değil, ilmi ve ahlakı ile temayüz etmiş alimlerdir.
Dini ilimlerde hem diploması hem de icazeti olmayan köşe yazarının ilgisi olmayan konulara girdiğinde nasıl hatalara düştüğünü gelecek yazıda göstermeye devam edeceğim..
Son günlerde bir yazısında, bir şarkiyatçıdan -hem Müslüman değil, hem de tabii olarak icazeti yok- ""İslâm lâik ve eşitçi bir teokrasidir" cümlesini nakletmiş, kendisinin de buna katıldığı anlaşılıyor.
Hangi mana ve mahiyette olursa olsun İslam ile "laiklik" ve teokrasiyi" bir araya getirmek hatalıdır, gerçeğe aykırıdır. İslam'ın siyasi, sosyal, hukuki düzeninde laiklik ve teokrasi ile örtüşen noktalar olabilir, ama bu, ikisinin aynı olduğu manasına gelmez ve bu konuda önemli olan "benzeyen" taraflar değil, "farklı olan" ilkeler ve hükümlerdir.
"İslâm, Peygamber devrinden bu güne kadar rehberlik (initiation) yoluyla gelmiştir. Sadece kitap okuyarak doğru ve yeterli İslâmî bilgi edinmek, İslâm'ı hakkıyla ve kemaliyle anlamak mümkün değildir" diyor.
Rehberlik, usta-çırak ilişkisinin faydalı olduğu inkar edilemez, ancak sakıncaları da vardır; rehberin ve ustanın düzelteni de vardır, bozanı da; ufuk açanı da vardır, taklid zindanına hapsedeni de…
İslam'ın anlaşılması ve yaşanması için Peygamberimiz (s.a.)'in bize bıraktığı, "Bunlara sarıldığınız sürece sapmazsınız" dediği iki kaynak Kitab ve Sünnet'tir. Bunları güzel anlayıp uyguladıkları için ailesini de (ıtresini) örnek göstermiştir (Bu konuda sahih hadis kaynaklarının "Kitap ve Sünnete bağlılık (İ'tisam)" başlığı altında birçok hadis vardır).
Peygamberimiz (s.a) hiçbir hadisinde "Kur'an'ı ve Sünnet'i okuyarak anlayamazsınız, mutlaka bunları size birileri anlatmalıdır" dememiştir. Tam aksine bu iki kaynağı -gerekli ön bilgileri elde ettikten sonra- doğrudan okumaya, üzerinde düşün-meye ve anlaşılan ile amel etmeye davet etmiştir.
Alimlerin sözleri ve kitapları da -kendilerine gelen- vahye dayanmaz, ictihad ve anlayışlarına dayanır. Bu ictihad ve anlayışlarda hem isabet, hem de hata olabilir. İctihad ve ittiba yerine taklidi benimseyen sonuncu derecedeki "alimler" isabeti olduğu kadar hatayı da taşırlar, aynen devamını sağlarlar. Bunları düzeltmek için ilmin, Kitab ve Sünnet'in icazetine ihtiyaç vardır; yanlış doğru ne varsa "kutsal bir emanet gibi" alıp veren nakilcilerin icazetine değil.
"İslâm'ı iki zümre anlatabilir. Birincisi: İcazetli ulemâdır. İkincisi: İcazetli tasavvuf erbabıdır" diyor.
Köşe yazarımız ne dini tahsil görmüş ne de icazeti var, ama böyle büyük lafları pervasızca edebiliyor.
İslam'ı hangi derecede olursa olsun her bilen anlatabilir; yeter ki, bildiği kadarını anlatsın.
Medreselerde verilen icazetler ile tarikatlarda verilen hilafetlerde üstadlar, Hz. Peygamber'e kadar sayılır; ama bunu doğru anlamak ve değerlendirmek gerekir. Eğer zincirin Hz. Peygamber'e kadar gitmesinin etkisi ve sonucu bir olsaydı her alimin Ebu Hanife, her sûfînin Şâh Nakşbend olması gerekirdi. Gözü kör, kulağı sağır olmayanlar nice icazetli cahiller, fasıklar, sapkınlar ve saptıranları görmüşlerdir.
İcazetli-diplomalı ayrımcılığı ile insanların kafalarını karıştırmanın vebali büyüktür. Eldeki kâğıtlara ve büyük iddialara değil, insanların ilimlerine, amellerine ve eserlerine bakmak gerekir.
"İyi ama herkes bakamaz" denirse bunun da çaresi işten anlayanların değerlendirmesidir. Bir topluluk içinde ehliyeti müsellem (kabul edilmiş) alimler vardır, bunların değerlendirmesi esas alınır.
Hatasız kul olmaz, ama hata vardır ecir aldırır, hata vardır mazur görülmez; bunları da ayıracak olanlar -ellerinde ister diploma olsun ister icazetname- bazı iddia ve unvan sahipleri değil, ilmi ve ahlakı ile temayüz etmiş alimlerdir.
Dini ilimlerde hem diploması hem de icazeti olmayan köşe yazarının ilgisi olmayan konulara girdiğinde nasıl hatalara düştüğünü gelecek yazıda göstermeye devam edeceğim..