Sebahattin BİLGİÇ
HOCA EFENDİ.3
Çanakkale’de vakıf ve dernek işlerini deruhte ederken 28 Şubat sürecinde tabi ki şartlarda bozulmalar oldu. Acaba ne yapabilirim çareleri ararken tekrar öğretmenliğe dönmek veya İsveç’ten yapılan daveti istişare etmek üzere Rahmetli Hoca Efendiyi aradım.
Kendileri o sıralar Avustralya’daydı. Telefonda durumumu arz etim. İsveç’e gitmemi emir buyurmaları üzerine ; ‘Efendim müsaade ederseniz Türkiye’de kalayım oraya gitmek istemiyorum’ dedim. Kızdılar ‘sen oraya gideceksin ’dediler. Bunun üzerine gemileri yaktık tası tarağı toplayıp çoluk çocuk her tarafın karlarla kaplı olduğu bir günde Stockholm’e vardık ve evimize yerleştik. Tabi çekenler bilir gurbet hele çoluk çocuk da olunca hiç kolay değildir. Çocukların oraya varmayla nasıl çaresizleştiğini, okulda nasıl donuk donuk bakıştıklarını hatırladıkça içim sızlar. Bu zaman içersinde Rahmetli Hocamızın da katılımıyla Hollanda da arkadaşlar bir aile eğitim kampı düzenlediler. Bizde konuşmacı olarak katıldık. İlk buluşmamızda hocamızın şöyle bir esprisi oldu. Ben yanımda çocuklarımla beraber Hoca Efendiyi karşılarken doğrudan çocuklara siz nerelisiniz dediler. Onlarda; (Ankara’da doğdukları için Ankaralıyız derler, Çanakkaleli olmayı kabul etmezlerdi) ‘Ankaralıyız’ dediler. Hoca Efendi ‘hayır siz Çanakkalelisiniz, hemşeriyiz’ dediler. Eh o günden buyana çocuklar Çanakkaleli oldular.
Gurbet garipliktir. ‘Sefer der vatan’deyip gurbete düşmüş bir mü’min maddi anlamda sefer yaptığı gibi aynı zamanda iç alemine de yolculuk yapar. Gurbette olanın gönlünde burukluk, dilinde hikmet, kavrayışında feraset olsa gerektir. Vatandan ayrı düşmek, hele de hicrete mecbur tutulmak beklide çaresizlik hissiyle insanı daha da hassaslaştırır.
Ben Rahmetli Hoca Efendi de vatan hasretini çok hissetmişimdir. Aynı ilçeden olmamız hasebiyle memleket sohbetleri yapardık. Ayvacık şivesiyle konuşur, köylerimizdeki adetlerimizden, yemeklerin nasıl yapıldığından falan bahsederdik. Burada benim için tatlı bir hatıradan bahsetmek istiyorum. Hoca Efendinin memleket özlemini hissedince telefon edip hoca Efendi için; hakiki zeytin yağı, zeytin sabunu, ayva, kekik suyu, peynir helvası v.s den oluşan bazı siparişler verdim. Sağ olsun Halil Çevik kardeşim bu siparişleri toparlamış İstanbul’a göndermiş.
Hoca Efendi kiralanan bir evde hacı anneyle beraber kalıyorlar, bizler de evlerde hazırladığımız yemekleri götürüp ikram ediyoruz. Tanzer Deniz kardeşim İstanbul’dan telefon etti, senin siparişlerini getiriyorum diye. Tevafuka bakın ki ikram sırası o gün bizde. Ben kendisine dedim ki lütfen doğru Hoca Efendinin evine gel. Biz tabi gittik, yemeği servis yaptık. Tam yemeğin ortasında bizim koli ulaştı. Yemeğin akabinde ben Çanakkale’nin o meşhur peynir tatlısını tabağa koydurdum, sofraya gelirken ‘’Efendim bir sürprizimiz var’’ dedim. Hoca Efendinin peynir helvasını görünce sevinçle ellerini çırparak’ bravo, bravo’ deyişini hatırladıkça kendi adıma hem sevinirim hem de içim burkulur. Hoca Efendiyi gurbete mahkûm edenler şimdi kendileri mahkûm oluyorlar.
Hoca Efendi son derece nazik, ev sahiplerine iltifat eder, ev sahibesi hanımların gönlünü de alırdı. Yemekte; yemekleri birbirine, mesela çorbanın içine salatayı katar ‘ne kadar karıştırıcı bir hocayım ’diye de sofradakilere takılırdı. Eve Hocamızı İftara davetimizde sağ olsun bizim hanım yemeklerin yanında tereyağlı kadayıf da hazırlamış. Yemeğin akabinde kadayıf geldi. Hoca Efendi yediler ve mutfakta oturan Hacı Anneye seslendiler.’Hacı Anne tadına baktın mı senden güzel yapmış’ Tabi biz iftardan sonra tatlıcılığımızın da verdiği hızla kadayıfa bir gömülelim dedik. Bir tattım ki bizim kadayıf tuzlu. Meğer hanım yanlışlıkla tuzlu tereyağı kullanmış. Hâlbuki hanım o iltifatla mest olmuştu.
Hep farklı bir şeyler denemek isterdi. Bir keresinde bir kır gezintisine çıktık. Mevcut meşrubatlardan hatırlayabildiğim kadarıyla bir pet bardak içine bir miktar çay, arkasından muzlu süt, ayran, portakal suyu karıştırdılar oradaki herkese ikram ettiler. İstisnasız hepimiz karışıma hayran kaldık.
Her gün görev yaptığım mescide gelir oradaki cemaatle senli benli konuşurlar, onlara iltifat eder, onların diliyle konuşurlardı. Vefat edip de televizyonlarda günlerce Hoca Efendiden, misyonundan bahsedilip cenazelerindeki büyük kalabalığı izleyince bizim cemaat dediler ki; ‘vah ne büyük adammış anlayamadık. Ne büyük tevazu, koskoca profesör burada bizimle senli benli bir hacıağa gibi konuştu, görüştü.’ Nasip işte, insan sahip olduğu nimetin kıymetini bilemiyor… Ne derler; ‘Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler.’ Hoca Efendi ‘’benim talebelerim beni on yıl geriden takip ediyor’’ diye serzenişte bulunmadılar mı ?…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.