Sait GÜVEN
GÜÇ VE KARANLIK
-Bu hikaye tamamen hayal mahsulüdür.-
Altın Ülkenin kudretli kral naibi –hakkında böyle bahsedilmesinden çok hoşlanırdı- insana kendini küçücük hissettiren taht odasında tek başınaydı. Taş işçiliğinin eşsiz bir örneği olan bu devasa salon, krallar silsilesinin son üyesi tarafından yaptırılan sarayın en görkemli bölümüydü. İnsanın başını iyice geri yaslamadan bakamayacağı kadar yüksekte olan kubbe artık hiç temsilcisi kalmamış olan yazı ve resim sanatının müstesna örnekleriyle doluydu. Eski krallık bayrağının renklerine sarayın her yerinde rastlamak mümkündü ama bu salon nerdeyse tamamen yeşil ve beyazın raksından oluşuyordu. Tahttan ana kapıya kadar olan yaklaşık otuz adımlık mesafenin her iki tarafı her biri yüz yıldan daha eski bir zamanda bu saray için yapılmış olan asar-ı atika ile doluydu. Duvarlar eski kralların muhteşem kılıçlarıyla süslenmişti. Yürüme yolunun her iki tarafına dizilmiş, ağaç işçiliğinin benzersiz örneği sehpaların üzerinde kralların simgesi olan yeşil çınar yapraklarının süslediği harikulade porselenler vardı. Yolun her iki tarafında yer alan duvarlardaki büyük boyutlu aynaların birbiri içine düşen renkli yansımaları sonsuz bir dizi halinde ilanihaye devam ediyordu. Salondaki her şeyin çift oluşu tahtın tekliğini vurgulamaya hizmet ediyordu, tahtın ve üstündekinin…
Kudretli Naip bir an, “Bu sonsuz görüntünün kıvrımları arasında kaybolsam ne olur?” diye düşündü. Sonra on yılı aşkın kral naipliği sırasında gününün önemli bir kısmını geçirdiği taht salonunda bunu ilk defa düşündüğünü ve bunun akla öylesine gelen bir düşünceden ziyade derin bir arzunun ifadesi olduğunu fark edince korkuya kapıldı. Eli gayriihtiyari tahtın hemen yanında duran ve naiplerin taşıması adet olan murassa asaya gitti. Korkusunun kaynağının kendisi olduğunu anlayınca vazgeçti, arkasına yaslanıp derin bir nefes aldı.
Yalnız oturmakta olduğu birkaç saat boyunca zihnine birbiri ardına kıymık gibi saplanan düşüncelerin bir anda on yıl daha yaşlı görünmesine yol açtığı yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Naipliğinin ilk yıllarında yanından hiç ayırmadığı bir bilgenin sözlerini hatırlamasıydı bu acı tebessümün sebebi. “Dikkat et!” demişti yaşlı bilge, “Bu hali nasıl düzeltirim demektesin şimdi, dikkat et de ‘bu hale nasıl geldik’ demeyesin ileride.” Tebessümün acılığı daha koyu bir renge büründü. Aklından geçen tam olarak buydu: “Bu hale nasıl geldik!”
Dört yüz kişilik altın meclisin kendisini naip tayin ettiği günü çok iyi hatırlıyordu. Ama bu hatırlayış “dün gibi” ifadesinden çok “asırlar oldu” dedirtecek kadar çetin geçen on yılın izlerini taşıyordu. Bir önceki naipten devr aldığı, aslının silik bir gölgesi haline gelmiş, umudunu ve ufkunu yitirmiş bir ülkeydi. Gücünü “Elçiler”in takipçisi olmaktan alan kralların görkemli devirleri çoktan geride kalmıştı. Son kral, sarayının bahçesinde karanlığa mağlup düşeli yüz yıldan fazla bir zaman geçmişti. Şimdi tahta, altın meclisin seçtiği naipler vekâlet ediyordu. Eski topraklarının çok büyük bir kısmını kaybeden devlet artık sıradan bir ülkeden farksızdı. Geçen yüz yılı aşkın sürede devletin başına on iki naip geçmişti. Ancak bu on iki naip zamanında Altın Ülke eski gücünün yanına bile yaklaşamamıştı. Başına geçtiği ülke kendi içine çekilmiş, bir zamanlar kendi tebaası olan komşularının hepsiyle sorunlu, çarşı pazarındaki ticaret neredeyse durma noktasına gelecek kadar maliyesi perişan bir manzara arz ediyordu. Üyeliğine seçileli henüz bir yıl bile olmadan meclisin onu naip seçmesine aslında kimse şaşırmamıştı. Genç yaşına rağmen uzun süre altın şehrin şehreminliği vazifesini yürütmüş olması meclisin onu tanıması ve ona güvenmesi için yeterli olmuştu. İlk defa bir naip, meclisin bu kadar kahir ekseriyetinin desteğini arkasına almayı başarabiliyordu. Bunun verdiği güçle başlamıştı işe.
İlk icraatı ta şehreminliği günlerinden beri birlikte olduğu dört yoldaşını kendine vezir tayin etmek oldu. Bu kadar ağır yükleri kaldırmak için becerikli ve kendisiyle birlikte yürüyebilecek isimlere ihtiyacı vardı.
İlk birkaç yılları ara vermeksizin çalışmakla geçmişti. Saçlarındaki siyahların çoğu o yıllarda yerini aklara terk etmiş, her biri ayrı bir hikâyenin bakiyesi olan çizgiler yüzünü mesken tutmuştu. Yoldaşlarıyla aldıkları ilk karar komşularıyla ilişkilerini düzeltmek olmuştu. Böylece yüzlerini içe çevirmişler ve maliyeyi yoluna koymanın çarelerini aramışlardı. Aldıkları acı ama yerinde tedbirler işe yaramış çarşı pazarda işler yoluna girmeye başlamıştı. Sürekli kendileriyle birlikte olduğundan ona karşı büyük bir teveccüh gösteren halkının çoğu da bu acı tedbirleri desteklemişti. Maliyeyi yoluna koyduktan sonra gözlerini yeniden komşularıyla ilişkilerine çevirmişlerdi. Çünkü Altın Ülke’nin kuzeyindeki dağlık topraklardaki şakiler başlarını çok ağrıtmaktaydı. Maliyeyi düzeltip komşularla da işleri yoluna koyunca bu meselenin üzerine gidebilecek, hem şakilere gerekli ders verilecek hem de bölge halkının bir daha bunlara – çok cüzi de olsa- itibar etmemesi için elzem olan tedbirler alınacaktı. Bu şakiler yüzünden hem içeride ve dışarıda gerekli adımları rahatça atamıyor hem de askerlerin güvenlik tehdidi bahanesiyle sürekli olarak hazineden ek ödemeler istemesi ve siyasi güç haline gelmesi elini kolunu bağlıyordu.
Naipliğinin beşinci yılındaydı ve bu kanayan yaraya esaslı bir neşter vurmak için adım atmaya hazırlanıyordu ki kendisine yönelik ilk suikast tertipleri ortaya çıktı. Yakalanan birkaç kişinin daha sorgulanamadan zindanda şüpheli bir şekilde ölmesi bu tertiplerin sarayın içine kadar uzanmış olabileceği endişesini doğurdu. Titiz bir çalışma yürüten kolluk kuvvetleri naibe ilk raporlarını sunduklarında bu şebekenin tahmin ettiklerinden daha derin, büyük ve tehlikeli olduğunu anladılar.
Kral naibini öldürerek Altın Ülke’de bir tür imtiyazlılar mutlak yönetimi hâkim kılmak isteyen bu şebekenin yönetimi son derece gizliydi ancak, naibin casusları şebeke yönetiminin muhtemelen bir zamanlar ülkelerini işgal etmiş olan Karanlık Topraklar’daki ordu tarafından devşirilmiş hainler olduğunu düşünüyorlardı. Naibin güçlü bir irade göstererek arkasında durduğu kolluk kuvvetleri şebekenin üyelerini bir bir yakalayıp adaletin karşısına çıkarıyordu. Ancak ürkütücü olan şuydu ki bu soruşturma hiç tahmin edilemeyecek kişilere kadar uzanıyor, naibin etrafındaki “güvenilir” halka giderek daralıyordu.
Bu durumun kendisini ürküttüğü naip diğer taraftan önünü kesen mâniaların birer birer kalktığını içte ve dışta daha rahat hareket etmeye başladığını görmekten memnundu. Öyle ki bir asırdır ülkenin tartışmasız hâkim gücü olan askerler bile artık asli işlerine dönüp kışlalarına ve talimlerine çekilmeye başlamışlardı. İktidarını sağlamlaştıran naip, bölgesinde anlaşmazlıkları çözen zayıfların hamiliğine soyunan önemli bir kudret haline gelmişti. Karanlık Ordu’nun yapay sınırlarla birbiriyle ihtilaflı hale getirdiği, hepsi eskiden Altın Ülke’nin bölgeleri olan ülkelerin insanları onu eski görkemli günlere dönecek olmanın bir işareti gibi görmeye başlamışlardı. Bu teveccühün iyice kudretlendirdiği naip yönetimle ilgili her kararın bizzat kendisinden geçmesini istiyor, devlet mekanizmasındaki isimlerin –ki buna dört veziri de dahil- tasarılarını dilediği gibi tadil ediyordu. İşler nihayet yoluna girmişti.
Ama karanlık unutulmaya gelmez. En uygun zamanı bekler, gelip her şeyi yeniden korku rengine boyamak için. Her zaman kullanacak birilerini bulur. Korkaklar, açgözlüler, umutsuzlar, çaresizler… Ama onun favorisi her zaman güç sahipleri ve tutkunlarıdır. Güç sahipleri onu zaman zaman rahatsız etse de karanlık onlardan pek korkmaz. Kudretli insanların çoğu bir süre sonra güçleri tarafından adeta körleştirilirler. Her şeyin sebebi ve sonucu olarak kendini görme yoluna giren birini devirmek ise çok kolaydır. Çünkü onların etrafında her zaman küskünler ve haset sahipleri olur.
Karanlık şebekenin efendileri üst üste yedikleri darbelerin intikamını almak ve Altın Ülke’deki kontrollerini kaybetmemek için naibin en yakınındakilere en güvendikleri adamlarından nasihatçi kılığında ulaklar gönderdiler. Kral Naibinin kontrolsüz ataklığı ülkenin başına dert olmak üzereydi, birisinin onu durdurması gerekiyordu. Sureta haktan görünen bu sözler dört vezir üzerinde bile etkili oldu. Önce naibe gidip nasihatte bulundular, daha dikkatli davranmak gereğinden söz ettiler ama naip onları dinlemedi ve tek adamlığını sağlamlaştırmaya devam etti öyle ki artık halkıyla bile eskisi kadar münasebet tesis etmiyordu. İşte bu, karanlığın beklediği fırsattı.
Bu sefer dost kılığında zihin çeldiriciler gönderdi vezirlere. Ülkenin selameti için naibin mutlaka iş başından uzaklaştırılması gerekiyordu. Dört vezir birbirinden habersiz şekilde karanlığın sözlerini dinlediler. Kulaklarından zihinlerine, oradan da kalplerine sinsice akan zehir onları haklılık ve iyi niyet suretinde yavaş yavaş ele geçirdi. Evet, haklı ve iyi niyetliydiler –en azından bazıları- ama karanlık, onları planlarının akıbetini görmekten alıkoyuyordu. Adım adım yönlendirilen zihinleri nihayet hazır olunca, karanlık onlarla doğrudan temasa geçti. Her birine naibin ulaştığı gücü tek başına idare etmeyi vaad etti. İstediği tek şey adamlarının üzerine daha fazla gidilmemesiydi. “Siz kendi halinizde ben kendi halimde”… Görünürdeki tek arzusu buydu. Kimileri buna kandı, kimileri de “hele bir başa geleyim nasılsa karanlıkla da başa çıkarım” diye kendini kandırdı.
Kaynaşmalar bir yıl kadar önce başladı. Artık naibin kararları sorgulanıyor, tartışmalar yaşanıyordu. Taht şehrinin sokakları fısıltılarla doluydu. En yakın arkadaşları olan vezirler uluorta naibin fikirlerine zıt kanaatlerini seslendirmekten çekinmiyorlardı. Meclisi kontrol eden vezir neredeyse yarı bağımsız hareket ediyor, naibin kuzeydeki dağlık bölgeyle ilgilenmeye memur ettiği vezir orada palazlanacak ve ileride çok baş ağrıtacak yeni bir teşkilatın gelişmesini, kendi iktidarını sağlamakla fazlasıyla uğraştığından göremiyordu. Vazifesi komşularla münasebetleri idare etmek olan vezirin attığı her adım ise ülkenin gizli veya açık zararıyla neticeleniyordu.
İşlerin birden bire denecek kadar hızla tersine dönmesi kudretli naibi iyice sinirli hale geldi. Sıkı sıkı tuttuğu iplerin birileri tarafından çekiştirildiğini görünüyor ama bütün çabasına rağmen bir sonuç alamıyordu. Kuzeydeki olaylar bütün çabasına rağmen artmış, maliye durağan bir seyre girmiş, bölgesinde tesis etmek için o kadar uğraştığı sükûnet yerle bir olmuştu. Bu zor durumdan kurtulmanın tek çaresi ona göre her kararın tamamen kendisinden çıkması, onun rızası ve onayı olmadan tek bir adım dahi atılmamasıydı. Mutlak biat… Naibin bu sıkı kontrolü arkadaşlarının kararlılığını daha da biledi. Öyle ki karanlık elçilerin “gerekirse naibin ortadan kaldırılması” fikrine bile çok soğuk yaklaşmadılar. Sonuçta kendileri başa gelecek ve daha iyi bir yönetim sergileyeceklerdi. Her şey ülkenin menfaati içindi yani(!)
Ama taht şehrinde aklıselim kanaat önderleri de vardı ve üstelik bunlar karanlığın oyunlarının da farkındaydılar. Naibi hem seviyor hem de onun hatalarını görüyorlardı. Ama ne bu sevginin izanlarını köreltmesine müsaade ediyor ne de hatalarından dolayı ona düşmanlık besliyorlardı. Bu kanaat önderleri doğrudan veya sevdiği adamlar vasıtasıyla naibe ulaşmaya, onu tek adamlık tavrının en yakınlarını bile küstürebileceği bununda ülkenin selameti açısından beklenmedik tehlikeler doğurabileceği hususunda uyarmaya çalıştılar. Ne var ki “tek adam” onları dinlemedi. Gücünün çektiği perde, o iyi niyetli sözlerin kalbinde ve kafasında yankı bulmasına engel oldu. O zaman kanaat önderleri onun gerçeği görebilmesi için dua etmeye başladılar.
Yaratıcı onların bu dualarını kalem erbabını ve kolluk kuvvetlerini vesile kılarak kabul etti. Memleketteki bu güç mücadelesinin izlerini okuyabilen kalem sahipleri naibin duyup göreceğini bilerek eserler kaleme aldılar. Naibin genç bir zabitken yanına alıp hep yakınında tuttuğu şimdinin kolluk komutanı, söz konusu kanaat önderlerine ve kalem sahiplerine büyük hürmeti olan sarayda olup bitenleri efendisini korumak içgüdüsüyle tarassut eden gayretli bir adamdı. Vezirlerin saray dışında muhteviyatı bilinmeyen gezileri, birtakım tanınmayan adamların onları sık sık ziyaret edişi bu gayretli komutanı uyanık olmak zorunda bırakıyordu.
İnsanların içinde yer eden karanlığın daha da zifirleştirdiği bir gecede o akşam eve gitmek yerine sarayda kalmayı tercih eden komutanı uyku tutmadı. Sarayın önünde denize kadar uzayıp giden bahçede biraz nefes alabilmek için dışarı çıktı. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar dolaştığı bahçeden içeri dönecekti ki bulutların arasından bir an için sıyrılan ay ışığının aydınlattığı bir köşedeki karartı dikkatini çekti.
***
Naip gecenin içinde yükselen vuruşma sesleriyle uyandı. En sadık ve gözü pek adamlardan seçilen özel korumaları odasının önünde etten bir duvar örmüşlerdi. Çelik kılıçların şakırtıları sarayın koridorlarında telaşla koşuşan askerlerin naralarına karışmıştı. Hem bahçede hem sarayın içinde bir yerlerde kavga devam ediyordu. Gün ışıdığında sarayın bahçesi ve naip hareminin bir alt katındaki koridorlar kara elbiseli adamların leşleriyle ve askerlerin bedenleriyle doluydu. Gücünün doruğunda olduğunu düşündüğü böyle bir anda bu saldırıya maruz kalmanın sarsıntısı içindeki naibi en çok üzen ise sevgili komutanın na’şını görmek oldu. Bu korkusuz yiğit o anda etrafına toplayabildiği on on beş askerle elinden geldiğince direnmiş ve muhafız alayına haber göndermeyi de başarmıştı. Muhafızlar gelince iki ateş arasında kalan saldırganlar kılıçtan geçirilmişti. Yaralı olarak sağ kalan tek kişi ağzından sadece bir cümle döküldükten sonra arkadaşlarının yanına gitti : “Artık sarayının içindeyiz, günlerin sayılı.”
İşte bir gün önce seçme askerlerini toprağa veren naip gün doğumundan beri oturduğu taht odasında uzun yıllar önce söylememesi temenni edilen bir cümlenin muhasebesini yapıyordu şimdi : “Bu hale nasıl geldik?” Gün artık öğlene dönmüştü. Verilmesi gereken kararlar ve idare edilmesi gereken bir ülke vardı dışarıda. Tahtın hemen yanında yer alan murassa asayı üç kez yere vurdu. Tok bir ses boş taht salonunu çınlattı. İçeri giren yaverine vezirlerini çağırmasını emretti.
Birazdan bir karar verecekti. Ya teklik sevdasından vazgeçecek ve kararlarını yıllardır beraber yürüdüğü insanlarla alacaktı ya da hayatına kast edilmesine göz yumacak kadar kendisinden uzaklaştırdığı bu adamlardan yaptıklarının hesabını soracak ve tahtında iyice tek kalacaktı. Dört yoldaşı gelene kadar bu kararların hangisini vereceğini bilmiyordu. Ama kesin olan bir şey vardı tarihteki yeri şimdi vereceği karara göre şekillenecekti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.