xxxx111
Gerçeği, yalnızca gerçeği...
Bu sorunu çoktan geride bıraktığımızı sanıyordum. Dün çok satan gazetelerden birinin yeni yayın yönetmeni ilginç bir tartışma konusuna yeniden kapı araladı: “Gazeteci ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda gazeteci olmaktan vazgeçebilir mi?” Yayın yönetmeni soruyu şöyle sormuş: “Haber mi, devlet mi?”
“Türkiye'yi ayağa kaldıracak, günlerce, hatta haftalarca konuşulacak, dahası dünyada da çok geniş yankılar yapacak bir haberin bilgilerine ulaştık” diye anlatıyor başlarına geleni. Siyasetle bir ilgisi yokmuş peşine düştükleri haberin, Türkiye'nin önemli bir ülkeyle ekonomik ve diplomatik ilişkileriyle ilgili bir konuymuş...
Temas kurulanlar “Haber yayınlanırsa milli menfaatlerin zarar göreceğini, patlak verecek sorunun yıllarca baş ağrıtacağını” söylemişler... “Gazete yöneticileri bazen bir haberi milli menfaatler adına yayınlayıp yayınlamama ikilemine düşer” diyor yayın yönetmeni ve ekliyor: “İnanın, bir dakika bile bocalamadık. Batı'nın saygın gazeteleri, örneğin New York Times, Washington Post, The Times, Le Monde gibi, biz de ulusal çıkarlar adına haberi yok saydık. Sadece yırtıp atmakla kalmadık, belleğimizden de sildik.”
Acaba doğru bir iş mi yapmış oldular?
Bildiğim kadarıyla bu soruya dünyanın her tarafında “Hayır” cevabı veriliyor. Evet, bazı gazeteler, 'devlet' adına hareket edenlerin ricasıyla kendilerine 'sansür' uyguluyorlar, bunun hayli kalabalık örnekleri var basın tarihinde; ancak neredeyse hepsinin “Keşke yayınlasaydık” pişmanlığına yol açtığı da biliniyor...
John F. Kennedy'nin Küba'yı işgal için izin verdiği 'Domuzlar Körfezi' saldırısını Washington Post gazetesi önceden haber almıştı; rica edildiği için yazmadı. Fiyaskoyla bittiğinde, “Keşke” ile başlayan cümleyi bizzat Kennedy kullandı: “Keşke yazsaydınız da, belki uyaranlar çıkar, biz de sonu fiyasko ile bitecek eylemden vazgeçerdik...”
George W. Bush'un Irak'ta kitle imha silâhları (KİS) olduğuna ve Saddam'ın el-Kaide'yi desteklediğine dair iddialarının doğru olmadığını bilen gazeteciler vardı. Birkaçı yazdı da bunu, ama çoğu sessiz kalmayı yeğledi. Sonucu hepimiz biliyoruz: İşgal kuvvetleri bütün taşların altına baktılar, ama KİS bulamadılar; el-Kaide ile Saddam arasında ilinti de kurulamadı.
Bush belki “Keşke yazılsaydı” demiyordur, ama herhalde yazılsaydı Amerika'nın 'ulusal çıkarları' daha iyi korunmuş olurdu.
Dün akşam bir özel gösterimde 'Nothing But the Truth' (Sadece gerçeği...) adlı filmi izledim. Irak'a savaş açılacağı günlerde New York Times muhabiri Judith Miller bazı gizli bilgileri yayınlamış, kaynağının kim olduğunu söylemeye yanaşmadığı için üç aya yakın hapis yatmıştı. Bush'un yalanlarına en çabuk kanan, savaş çığırtkanlığında en ileri giden gazetecilerdendi Miller, bu sebeple başına geleni önemsememiştim...
Öte yandan, ABD'nin bir ara Irak Büyükelçisi olan Joe Wilson'un Türkiye'nin Washington Büyükelçiliği'nde tanışıp evlendiği Valery Plame adlı CIA ajanının başına gelenlere epey değindim burada. Wilson devlet göreviyle gittiği Nijer'den dönüşte Saddam'ın nükleer iştahını ispatlamaya yarayan en ufak bir bulguya rastlamadığını yazınca, Beyaz Saray'a yerleşik Neo-Çılgınlar ekibinden birisi, “Onun karısı CIA ajanı” bilgisini basına sızdırmıştı.
Rod Lurie'nin yönettiği film bu iki olaydan esinlenmiş gibi: Bir kadın muhabir CIA ajanı bir kadını deşifre ediyor ve bu yüzden başına gelmedik kalmıyor... Federal bir savcı muhabiri içeri tıkıyor ve kaynağını açıklamadan serbest bırakmayacağını belli ediyor...
Bence bugün çözülememiş esas muamma bu durumda kalan bir gazetecinin ne yapacağıdır...
11 Eylül'e ve ardından çıkartılan 'Yurttaşlık Yasası'na kadar ABD'de gazeteciler kaynak açıklamak zorunda bırakılamıyordu; bir yönüyle yine bırakılamıyor. Ancak kaynak olan kişi verdiği bilgiyle suç işlemişse, gazeteci de suça iştirakten hesaba çekilebiliyor ve kaynağını açıklamamakta ısrar ederse mahkemeye hakaret sayılarak sınırsız bir süre için gözaltında tutulabiliyor...
Bizde yürürlükteki yasalar gazeteciye kaynağını açıklama yönünde baskı yapılamayacağını öngörüyor. Bu sebeple gazetecinin ve kaynağının endişe etmesi, korkması gerekmiyor.
Filmdeki inatçı muhabirin başına dert açan haber 'ulusal çıkar' ile ilgili aslında. Yayınlanmasıyla bir yabancı ülkeyle ilişkiler zora giriyor, bir ajanın kimliği deşifre oluyor, ABD Başkanı 'yalancı' durumuna düşüyor... Muhabirin gazetesi buna rağmen yayımlıyor o haberi ve direnmeye karar vermişse sonuna kadar arkasında duruyor...
Bu tür tartışma konularını geride bıraktığımızı sanıyordum, yanılmışım...
“Türkiye'yi ayağa kaldıracak, günlerce, hatta haftalarca konuşulacak, dahası dünyada da çok geniş yankılar yapacak bir haberin bilgilerine ulaştık” diye anlatıyor başlarına geleni. Siyasetle bir ilgisi yokmuş peşine düştükleri haberin, Türkiye'nin önemli bir ülkeyle ekonomik ve diplomatik ilişkileriyle ilgili bir konuymuş...
Temas kurulanlar “Haber yayınlanırsa milli menfaatlerin zarar göreceğini, patlak verecek sorunun yıllarca baş ağrıtacağını” söylemişler... “Gazete yöneticileri bazen bir haberi milli menfaatler adına yayınlayıp yayınlamama ikilemine düşer” diyor yayın yönetmeni ve ekliyor: “İnanın, bir dakika bile bocalamadık. Batı'nın saygın gazeteleri, örneğin New York Times, Washington Post, The Times, Le Monde gibi, biz de ulusal çıkarlar adına haberi yok saydık. Sadece yırtıp atmakla kalmadık, belleğimizden de sildik.”
Acaba doğru bir iş mi yapmış oldular?
Bildiğim kadarıyla bu soruya dünyanın her tarafında “Hayır” cevabı veriliyor. Evet, bazı gazeteler, 'devlet' adına hareket edenlerin ricasıyla kendilerine 'sansür' uyguluyorlar, bunun hayli kalabalık örnekleri var basın tarihinde; ancak neredeyse hepsinin “Keşke yayınlasaydık” pişmanlığına yol açtığı da biliniyor...
John F. Kennedy'nin Küba'yı işgal için izin verdiği 'Domuzlar Körfezi' saldırısını Washington Post gazetesi önceden haber almıştı; rica edildiği için yazmadı. Fiyaskoyla bittiğinde, “Keşke” ile başlayan cümleyi bizzat Kennedy kullandı: “Keşke yazsaydınız da, belki uyaranlar çıkar, biz de sonu fiyasko ile bitecek eylemden vazgeçerdik...”
George W. Bush'un Irak'ta kitle imha silâhları (KİS) olduğuna ve Saddam'ın el-Kaide'yi desteklediğine dair iddialarının doğru olmadığını bilen gazeteciler vardı. Birkaçı yazdı da bunu, ama çoğu sessiz kalmayı yeğledi. Sonucu hepimiz biliyoruz: İşgal kuvvetleri bütün taşların altına baktılar, ama KİS bulamadılar; el-Kaide ile Saddam arasında ilinti de kurulamadı.
Bush belki “Keşke yazılsaydı” demiyordur, ama herhalde yazılsaydı Amerika'nın 'ulusal çıkarları' daha iyi korunmuş olurdu.
Dün akşam bir özel gösterimde 'Nothing But the Truth' (Sadece gerçeği...) adlı filmi izledim. Irak'a savaş açılacağı günlerde New York Times muhabiri Judith Miller bazı gizli bilgileri yayınlamış, kaynağının kim olduğunu söylemeye yanaşmadığı için üç aya yakın hapis yatmıştı. Bush'un yalanlarına en çabuk kanan, savaş çığırtkanlığında en ileri giden gazetecilerdendi Miller, bu sebeple başına geleni önemsememiştim...
Öte yandan, ABD'nin bir ara Irak Büyükelçisi olan Joe Wilson'un Türkiye'nin Washington Büyükelçiliği'nde tanışıp evlendiği Valery Plame adlı CIA ajanının başına gelenlere epey değindim burada. Wilson devlet göreviyle gittiği Nijer'den dönüşte Saddam'ın nükleer iştahını ispatlamaya yarayan en ufak bir bulguya rastlamadığını yazınca, Beyaz Saray'a yerleşik Neo-Çılgınlar ekibinden birisi, “Onun karısı CIA ajanı” bilgisini basına sızdırmıştı.
Rod Lurie'nin yönettiği film bu iki olaydan esinlenmiş gibi: Bir kadın muhabir CIA ajanı bir kadını deşifre ediyor ve bu yüzden başına gelmedik kalmıyor... Federal bir savcı muhabiri içeri tıkıyor ve kaynağını açıklamadan serbest bırakmayacağını belli ediyor...
Bence bugün çözülememiş esas muamma bu durumda kalan bir gazetecinin ne yapacağıdır...
11 Eylül'e ve ardından çıkartılan 'Yurttaşlık Yasası'na kadar ABD'de gazeteciler kaynak açıklamak zorunda bırakılamıyordu; bir yönüyle yine bırakılamıyor. Ancak kaynak olan kişi verdiği bilgiyle suç işlemişse, gazeteci de suça iştirakten hesaba çekilebiliyor ve kaynağını açıklamamakta ısrar ederse mahkemeye hakaret sayılarak sınırsız bir süre için gözaltında tutulabiliyor...
Bizde yürürlükteki yasalar gazeteciye kaynağını açıklama yönünde baskı yapılamayacağını öngörüyor. Bu sebeple gazetecinin ve kaynağının endişe etmesi, korkması gerekmiyor.
Filmdeki inatçı muhabirin başına dert açan haber 'ulusal çıkar' ile ilgili aslında. Yayınlanmasıyla bir yabancı ülkeyle ilişkiler zora giriyor, bir ajanın kimliği deşifre oluyor, ABD Başkanı 'yalancı' durumuna düşüyor... Muhabirin gazetesi buna rağmen yayımlıyor o haberi ve direnmeye karar vermişse sonuna kadar arkasında duruyor...
Bu tür tartışma konularını geride bıraktığımızı sanıyordum, yanılmışım...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.